26 Temmuz 2017 günü, İhlas Grubu’nun gazetesi Türkiye, Nuri Elibol’un yazısını “Yeni darbeyi ulusalcılar yapabilir” başlığıyla manşetten vermişti. Yazının içerideki başlığı ise “Ulusalcılar hâlâ tehlike” idi. Kendisi de eski bir asker olan ve 2000 yılında ordudan istifa ettikten hemen sonra İhlas Yayın Grubu’nda yöneticiliğe getirilen Nuri Elibol, bu yazı yayınlandığında da İhlas’ın Ankara Medya Grup Başkanı’ydı. Yazıya sadece ulusalcı çevrelerden değil, AKP içinden de bazı tepkiler geldi.
Nuri Elibol’un yazısından 10 gün önce, Mısır’ın El Yevm 7 gazetesinde Fethullah Gülen’in bir demeci vardı. Gülen, “15 Temmuz darbesini ulusalcı, laik bir kesim yapmış olabilir” diyordu. Gülen’in demeciyle Elibol’un yazısı üst üste konarak epey hırpalandı.
O kadar ki, 30 Temmuz günü yayınlanan yazısında Elibol, Gülen’in bu demecini, çeşitli hakaretler eşliğinde gündeme getirerek kendisini “ayırmak” zorunda hissetti. “Ulusalcılar darbe yapabilir” yazısına gelen eleştirilerden söz etti ve “haber kaynaklarıma ait bilgi ve yorumlar benim görüşümmüş gibi davranılıyor” dedi.
Soner Yalçın, 28 Temmuz ve 1 Ağustos’ta yayınlanan iki yazıyla Nuri Elibol’un yazısı, Gülen’in sözleri, Işıkçılar Cemaati ve TSK konularına değindi. 3 Ağustos’ta bu iki yazı Ankara 2. Sulh Ceza Hakimliği tarafından yasaklandı. Yasak talebi Nuri Elibol’dan gelmişti.
Nuri Elibol, hem ihlas Grubu’nun ‘Ankara Müdürü’ hem de Melih Gökçek’e en yakın isimlerden biriydi. Ankara’daki bazı değerli arazilere yaptığı konut projeleriyle çok zengin olduğu konuşuluyordu.
İşte o Nuri Elibol, 2 Ekim günü bir yazı ile Türkiye gazetesine ‘veda’ etti. Dahası, “artık çalışmayacağını” söyledi. Yazıya bakılırsa kendi isteğiyle ayrılmıştı.
Aynı günün akşamı Melih Gökçek’in istifa edeceği (istifaya zorlanacağı) haberi yayıldı.
Ve dün, uzun yıllar İhlas Grubu’nda çalışmış olan Aydınlık yazarı Sabahattin Önkibar yeni bir iddiayı gündeme getirdi: Türkiye gazetesinin patronu Mücahid Ören, 15 Eylül günü Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan aranmış ve Erdoğan’ın ABD gezisi için ismi bildirilen Nuri Elibol’un “uygun görülmediğini, başka bir isim istendiğini” söylemişti. Elibol uçağa alınmıyordu!
Gökçek ve canciğer dostu Elibol için sonbahar iyi başlamıyordu göründüğü gibi.
Eylül ayında, hak ettiği ilgiyi görmeyen bir başka gelişme daha yaşandı. Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) ekimde başlayıp kasımda tamamlanması gereken organ seçimleri, “Bakanlar Kurulu kararıyla” 2018'in Nisan ayına ertelendi; bir hafta sonra da tüm kentlerdeki oda ve borsa seçimleri…
Ankara Ticaret Odası’nda geçtiğimiz yıl kasım ayında art arda istifalar yaşanmış, bu istifalar yoluyla bir genel kurulun önü açılmış ve 3 Aralık 2016’daki seçime Melih Gökçek’in oğlu Osman Gökçek’in tek aday olarak gireceği düşünülürken karşısına ‘sürpriz’ bir rakip çıkmıştı. Emine Erdoğan’ın kuzeni Gürsel Baran, seçime sadece 5 gün kala, zehir zemberek bir açıklamayla Gökçek’e rakip oldu: “Geçtiğimiz günlerde bir komiteden bir grup arkadaşımızın istifa ettirilmesi, birkaç gün sonra yönetim kurulunun çoğunluğunun istifa ettirilmesi ve arkasından bir hafta içerisinde odaya gelen arkadaşımızın burada aday olması. Burası ATO, buranın kendine göre teamülleri var. (…) 2013’deki yanlış oyun kurucuların, bugün tekrar oyun kurucu olmasına müsaade etmek istemiyoruz.”
Seçimi Gürsel Baran kazandı ve Gökçekler hiç beklemedikleri bir yenilgi almış oldu. Osman Gökçek’in bu yenilgiden “büyük hırsla” çıktığı, delege yapısını değiştirecek şekilde odaya bir dizi üye kaydı yaptırdığı konuşuluyordu. 24 Ağustos’ta çıkarılan bir Kanun Hükmünde Kararname ile de buna karşı tedbir alınmış ve oda seçimlerinde oy kullanacak üyelere en az 2 yıllık üye olma zorunluluğu getirilmişti.
Yani Gökçeklerle, Ankara’nın sadece belediye yönetimi değil, Anadolu ticareti açısından bir kavşak pozisyonundaki ATO üzerinden de bir restleşme uzun süredir yaşanıyordu.
ATO’dan bir hafta sonra tüm oda ve borsa seçimlerinin ertelenmesinde ise İstanbul Ticaret Odası seçimlerinin etkili olduğu konuşuldu. Bizzat Saray’a yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesinde, MÜSİAD tarafından ön yoklama ile belirlenen ve kazanması beklenen adayın “Ankara tarafından beğenilmediği” ve bu yüzden seçimlerin erteleneceği haftalar öncesinden yazılmıştı nitekim.
Erdoğan’ın bir süredir “metal yorgunluğu” gibi parolalarla yürüttüğü değişim/tasfiye sürecinin sadece ‘siyaset’ ile ilgili olmadığı; sermaye çevreleri ve sınıf temsilcileri ekseninde de cereyan ettiği söylenebilir bu açıdan. Erdoğan’ın son dönemlerde Kürtlerle ilgili gelişmeler vesilesiyle sık sık tekrarladığı, Türk şoven milliyetçiliğinin ikon sloganı “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözleri, her anlamda “yönetici sınıfların” kulağında çınlıyor olmalı esasen.
1994 yılında Tayyip Erdoğan yüzde 1.5 oy farkıyla İstanbul, Melih Gökçek on binde 9 oy farkıyla Ankara belediye başkanı seçildiğinde büyük sermayenin denetimindeki ‘merkez medya’ büyük paniğe kapılmış; 12 Eylül ile başlayan siyasal ‘dönüşüm’ün vardığı noktayı görmek yerine, bu panikten beslenen bir ‘inkar muhalefeti’ yürütmüştü bu İslamcı-muhafazakar tırmanışa karşı.
Bugün tamamen, o ‘İslamcı-muhafazakâr’ geçmişin devamı pozisyonundaki iktidarın denetimine girmiş olan aynı ‘merkez medya’nın, AKP’nin 15 yıllık iktidarının sınıfsal zeminini oluşturan küçük ve orta üreticiler ile Anadolu kökenli ticaret burjuvazisindeki, giderek belirginleşen bölünmüşlüğü görmesi, görse de dile getirmesi beklenemez elbette.
Ama Erdoğan’ın, bir yandan –başta güvenlik olmak üzere– tüm devlet bürokrasisinde “eski baş aktörler” ile girdiği ittifak, diğer yandan uluslararası gelişmelerin kendisini zorladığı “geleneksel milliyetçi” kesimlerle karşılıklı işbirliği pozisyonu, AKP iktidar bloğundaki alışageldik unsurların, kimi zaman zorlamalara varan yöntemlerle tasfiyesini kaçınılmaz kılıyor. Erdoğan her zaman çok güçlü olan siyasal sezgileri ve ayakta kalma güdüsüyle, kendi şahsında kristalize olan iktidar gücünü bir taraftan bir başka tarafa doğru esnetiyor. Bunu yaparken, belediye başkanlarını, ticaret odası başkanlarını, spor federasyonu başkanlarını, şunu, bunu; o yeni ittifaklarının ihtiyaç ve beklentilerini de hesaba katarak dizayn etmek istiyor, ediyor. “Anadolu kaplanları”nın, İstanbul ticaret burjuvazisinin, şu 15 yılda iştahla büyümüş üst-orta sınıfların nabzına bakarak yeni bir siyasal vitrin kuruyor. Bu vitrinde kimlerin olup kimlerin olmayacağı da işte bugünlerde peyderpey ortaya çıkmaya başlıyor.
Ancak önemli bir detay daha var. 1994’te birkaç bin oy farkıyla büyükşehir belediyelerinin alınması üzerine açılmış kapıdan geçip bugünkü ‘güçlü iktidara’ yürürken, kendi örgütlerinden mahrum emekçi sınıfların oy desteğini de alagelmişti. 23 yıl önce Necmettin Erbakan’ın, iki yanına alıp kollarını havaya kaldırdığı iki belediye başkanı, bir bakıma ‘dipten gelen’ bir siyasal dalganın üstüne binmişlerdi. Küçük esnafın, işportacıların, her türlü sosyal haktan ve sosyalleşme olanaklarından mahrum bir şekilde taşradan büyük kentlerin kenarlarına sürüklenmiş ‘vasıfsız’ nüfusun, ev kadınlarının, sendikaları ve politik örgütleri elinden alınmış, her türlü güvenlik duygusunu kaybetmiş 80 sonrası işçi sınıfının gayretleri ve oylarıyla yaratılan bir siyasi hareket idi bu biraz da…
Şimdi Ankara ve İstanbul’da oluşmuş akıl almaz rant imparatorluklarının başında kimin duracağına ilişkin tartışmalar, bu sınıfların 15 yıl boyunca ‘çözülmesini’ bekledikleri temel sorunlarının çözülmemiş olduğu bir fonda yürütülüyor. Enflasyon, işsizlik gibi çok daha ‘reel’ sorunlarla boğuşan kalabalıklar, Maliye Bakanı’nın, “yeni saldığımız vergilerle silah alacağız” demesini Mehterli kalp çarpıntılarıyla dinlemiyor olsa gerek mesela. Politik ve sınıfsal ittifaklar yeni partnerlere doğru esneklik gösteriyor belki, ama tüm seçim başarılarının arkasındaki güç olarak ‘Parti’, giderek bir ‘Reisçi getto hareketi’ haline geliyor.
Memleketteki olay/gündem hızına bakınca 2019’a daha çok var elbette. Ama diğer yandan da kendisini var eden geniş sınıflarda eski umutlu beklentileri yaratamaz olmuş bir siyasal hareket için zaman çok ‘dar’ görünüyor.