- Herr Herbert: “Türkiye tarım ve hayvancılık ürünleri
satarak kalkınabilir” demiş.
- Belli niyetleri… Türkiye’yi Avrupa’nın ‘bostanı’, Türkleri
de ‘bahçevan’ yapacaklar.
- Mr. Paeisley: “Türkiye turizme önem vermelidir”
demiş.
- Ohh… Gelsinler güzelim kıyılarımızı paylaşsınlar. Biz de
onlara garsonluk yapalım. Üstelik ahlak diye de bir şey
kalmasın.
- Mr. Bill Tyler: “Türkiye yabancı uzman şirketlere petrol
arama imkanı tanısa en az her yıl 3 milyar dolar petrol faturası
ödemekten kurtulur” demiş.
-Zaten adamların niyeti belli. Osmanlı döneminden beri yer
altı kaynaklarımızı sömürmekten başka bir şey düşünmezler.
- Bu yıl sanayi ürünü ihracatında biraz kıpırdanma var
galiba.
- Geç efendim. Hepsi palavra. Amerikalıya otomobil, Alman'a
buzdolabı mı satacağız?
Orta oyunundaki Kavuklu ve Pişekar atışmalarını andıran bu
diyalog, 24 Ocak Kararları’ndan on gün sonra, 2 Şubat 1980’de
yayımlanan TÜSİAD’ın Görüş dergisinin başyazısından alındı.
İstanbul burjuvazisinin, iktisadi değişimin önünde engel gördüğü
toplumsal kesimleri hedefe koyan bu kaba saba üslubu, 7 ay 10 gün
sonra sokaklarda yankılanacak tank paletlerinin gürültüsüyle aynı
tınıya sahipti. Sadece 12 Eylül’e kadar yayınlanan Görüş
dergilerine bakıldığında dahi, darbenin büyük sermaye-askeri güç
işbirliğinin bir ürünü olduğu, tereddüde mahal bırakmayacak
berraklıkta görülür. 40 yıl sonra 12 Eylül’ü askeri rejimle
sınırlamayıp, çok daha kapsamlı bir toplumsal değişimin temelinin
atıldığı dramatik bir an olarak anmamızın sebebi, bu ilişkiden
kaynaklanıyor işte. Bugünkü zorba devlet yapısı ve şahsileşmiş
siyasi rejim, tam da 24 Ocak Kararları'nın temeline yerleştirilmiş
bir ‘kök’ fikri üzerine bina edildi çünkü.
24 OCAK’IN ‘KÖK’ FİKRİ
1979 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e “hizmete
mahsus” damgasıyla, MESS ve Sabancı Holding yöneticiliğinden
Başbakanlık Müsteşarlığı’na sıçramış Turgut Özal tarafından sunulan
rapor, 24 Ocak Kararları olarak anılan ekonomik istikrar paketinin
dayandığı çok daha uzun vadeli amaçları içeriyordu. Raporda bariz
biçimde öne çıkan düşünce, ‘dışa açık ekonomik rejimin’ ön
koşulunun, emekçi kesimlerin bölüşüm ilişkilerinden aldığı payın
mümkün olduğunca geriletilmesi, bunun için pazarlık gücünün tamamen
ezilmesiydi. Sermaye iktidarının mutlak olarak kurulmasını
sağlayacak, onu güvenceye alacak bir karşı devrim fikriydi. Böyle
bir karşı devrim ancak devlet aygıtının baştan aşağı dönüşümüyle
mümkündü. Zira, piyasa ekonomisine karşı direnişi kırmak ve piyasa
koşullarından muhtemel kaçışları önleyebilmek için devletin devreye
girmesi gerekirdi. 24 Ocak Kararları’nın ‘kök’ düşüncesi buydu.
Sermayenin iddia ettiği gibi devletin ekonomiden el çektirilmesi
değil aksine, ‘ıslah’ edilerek, piyasayı etkin biçimde besleyip
teşvik edecek bir odağa sokulması amaçlanıyordu.
Dolayısıyla 24 Ocak Kararları’nda çerçevesi çizilen iktisadi
modelin ve onu topluma dayatan zor gücü olarak askeri darbenin
merkezinde devletin dönüşümü vardı. Yani emekçi kesimlerin pazarlık
gücüyle kendi lehine işlemesini sağlayabileceği kamusal imkanlar ve
araçları -devletin ‘sol eli’- kesilecek; kamusal imkanların,
sermaye birikimini hızlandıracak biçimde kullanılmasını sağlayacak
bir bürokratik ve hukuki yapı, temsil mekanizmaları –devletin ‘sağ
eli’- güçlendirilecekti.
Nitekim TÜSİAD yönetimi, 24 Ocak Kararları açıklandıktan iki ay
sonra Görüş dergisinde istikrar paketinin kamuoyunda öne çıkan
düzenlemelerinin dışında pek ilgi çekmeyen bir gayenin altını
özellikle çiziyordu. “Merkezi İdarenin Yeniden Düzenlenmesi”
başlıklı yazıda, dört karar fazlasıyla önemseniyordu. “Göze
çarpmayan dört mühim adım” denilen kararlar; Koordinasyon, Para ve
Kredi kurulları ile Yabancı Sermaye ve Teşvik daireleriydi. Bunlar,
güçlendirilmiş bir Başbakanlık’ta toplanacak ve dar bir kadroyla
yönetilecekti. Büyük sermaye, 12 Eylül darbesiyle hayata geçirilen
kararların sigortası olarak, devlet idaresinde yapılması elzem
dönüşümü görüyordu. Özal iktidarı piyasa tohumlarını arsızca ekti
belki ama, darbenin ana hedefinden de saptı. Henüz 1986’da büyük
sermaye, ‘kamu reformu’ adı altında devletteki yapılanmanın
tamamlanmamasını eleştirmeye başladı ve korktuğu şey 1988’de patlak
verdi. Kamu emekçileri ciddi bir eylem dalgasıyla darbenin
gerilettiği hakları konusunda ilk ciddi kazanımlarını sağlıyor ve
yüksek ücret zamlarıyla iktidarı yitirme paniğine kapılmış Özal
hükümetinin popülizmini lehine çevirmeyi başarıyordu. 1989’da
TÜSİAD yönetimi sert açıklamalarla emekçi kesimlerin ipini çektiği
Özal iktidarına desteğini kesiyor; net bir şekilde 24 Ocak
Kararları'nın temelini oluşturan piyasaya uyumlu bir devlet
yapılanması yerine, kamunun ekonomi üzerindeki müdahalelerinin
arttığı eleştirisini yapıyordu.
KARANLIK 10 YIL: BİR ‘İÇ SAVAŞ’ HALİ
Özal iktidarının son nefesinde attığı finansal serbestleşme
konusundaki adımlar ise Türkiye ekonomisini tamamen dış kaynağa
müptela bir yapıya evirdi. 1989 dönemeci, artı değerin hem
burjuvazinin farklı kesimleri hem de ulusal-uluslararası ekonomi
arasında yeniden paylaşımının da düzenlendiği bir süreçti. Finansal
serbestleştirmenin hızla canlandırdığı dış kaynak girişleri sonunda
faiz ve döviz kuru hareketlerinin sağladığı kazançlar finans
sermayesini, yerli-yabancı rantiyeyi ön plana çıkarıyordu. 24
Ocak’ın koyduğu hedef doğrultusunda piyasanın pürüzsüz işleyişini
sağlayacak şekilde devletin dönüştürülmesi ve bunun manivelası
olarak da AB’ye uyumda ısrarcı büyük sanayi sermayesi; adeta tabela
dağıtılarak kurulan ve kamunun borçlanma politikaları sayesinde
yozlaşmış birer rantiye odağına dönüşen, çetelere-mafya
ilişkilerine dahi bulaşan özel bankalar; özelleştirmelerden pay
kapma yarışı içindeki iktidarlara yakın gruplar; kredi
imkanlarından mahrum kalmış küçük işletmelerin, ticaret erbabının
yeni siyasi arayışları; irili ufaklı sermaye fraksiyonları
arasındaki çıkar ayrılığını keskinleştirdi. Diğer yandan 1970’lerin
sonundan beri ilk kez 1989’daki yüksek zamlarla bölüşüm
ilişkilerindeki payını bir nebze artıran emekçi kesimlerin,
özelleştirmeler ve devalüasyonlar nedeniyle refahlarındaki erimeye
karşı direnişleri de sermaye ile çatışmayı derinleştiriyordu.
Ve 1980’de başlayan neoliberal karşı devrimin yarattığı tahribat
da esas olarak bundan sonra ortalığa saçıldı. Askeri zorla
dayatılan ekonomik yapı ile toplum arasındaki uzlaşmazlık, 12
Eylül’de tank paletiyle ezilen muhalif dinamikler ile devlet
arasındaki kanlı hesaplaşmalarda tezahürünü buldu. Emekçi kesimler
üzerinde hegemonya kuramayan siyasi aktörlerin yarattığı boşluk,
devletin cinayetlere uzanan pratiğini ön plana çıkardı. 1990-2000
arasındaki bu karanlık 10 yıl esasında, 12 Eylül ile başlayan
neoliberal dönüşümle toplumun emekçi, ezilen, dışlanan kesimlerinin
ihtiyaçlarının çatışmasının belirlediği bir tür ‘iç savaş’ haliydi.
Bütün sermaye kesimlerini aynı çıkarda uzlaştırıp, emekçilerin
aleyhine bir ‘barışı’ sağlamanın yegane yolu, 24 Ocak’ta konulan o
hedefle, toplumun neoliberal dönüşümü için öncelikle devletin
neoliberal dönüşümünün nihayete erdirilmesiydi. İktisadi krizler,
çete-mafya ilişkileri derken sapır sapır dökülen devlet aygıtının
17 Ağustos depreminin enkazının altında kalması bu imkanı tanıdı
sonunda. Anadolu Kaplanları’ndan esnafa, tüccarlara, TÜSİAD’dan
yerli-yabancı finans sermayesine uzanan çıkarları uzlaştıran AB ve
Dünya Bankası’nın garantörlüğünde, IMF’nin finansal desteğinde
hazırlanan bir ekonomik dönüşüm programı, tamamen teknokratik bir
kadronun maharetinde uygulanmak üzere yeni kurulmuş bir partinin,
AKP’nin siyasi hükmüne emanet edildi. Programın ana önceliği
yapısal reformlar başlığı altında devletin idari, hukuki yapısının
tepeden tırnağa dönüştürülmesi, ekonomik yapıdaki etkinliğinin
sermaye birikimini hızlandıracak biçimde artırılmasıydı. AB’ye uyum
için çıkarılan yasaların nispeten demokratik karakterli
olanlarından 2005’ten itibaren geri dönüldüğünün altını çizmek
lazım. İstikrarın asıl kaynağının, emek üzerinde kurulan otoriter
rejim ve bu rejimin rızasını sağlayan dış finansmana dayalı kredi
dağıtım mekanizmasının sonucundaki harcama kapasitesine dayalı bir
göreli refah olduğunu da söyleyelim. Yani devletin
demokratikleştirilmesinden ziyade, büyük dış kaynak girişlerinin
finanse ettiği bir otoriterleşme süreci, yeni ekonomik modelin hem
ihtiyacı hem de doğal sonucuydu.
2013’ten itibaren bu dış kaynağın azalmasıyla beraber, iktisadi
popülizmin bir şal gibi örttüğü siyasi otoriterlik olanca
zorbalığıyla gün yüzüne çıktı. Tam da 24 Ocak Kararları’nı
yorumlarken TÜSİAD’ın vurguladığı siyasi iktidarın tekelleşmesi,
AKP döneminde kamu kaynaklarının tekelleştirilip bizatihi devlet
aygıtı üzerinden sermayeye transferine uyumlu şekilde tesis edilmiş
oldu. 40 yıl önce ekilen o ‘kök’ düşünce, başkanlık rejimi olarak
olgunlaştı.
Bugün başkanlık rejimiyle hesaplaşmak aynı zamanda siyasal
olarak 12 Eylül’le de hesaplaşmaktır. Ama 24 Ocak’ın zemini üzerine
bina edilen devlet modelini ıskalayan her hesaplaşma, neoliberal
karşı devrimi geri çevirmez, sadece miadı dolmuş tek adam rejiminin
tahrip ettiği hegemonyayı restore eder.