Nasıl bu hale geldi ülke? Başlarda ‘demokrat’ takılan İslamcı parti, fırsatını bulur bulmaz aniden sinsi ajandasını mı çıkardı? Para bolken iyiydi de, para bitince mi kötüleşti? Yoksa şu sıralar sürekli tekrarlandığı gibi ekonominin rasyonalitesinden kopunca mı oldu, bütün bunlar?
24 yıl önce, henüz AKP ortada yokken şöyle bir yazı yazılmıştı:
“Partilerin işbirliği, güçbirliği ve de oybirliği ile oluşturulan ‘Yeni Türkiye Stratejisi’nin temeli şudur:
1- Emek ucuzlatılıyor. Çalışma süresi uzatılıyor. Sosyal güvenlikte işverenin yükü azaltılıyor. Türkiye'nin ‘ucuz işgücü pazarı’ özelliği kalıcı hale getiriliyor.
2- Sermaye üzerindeki vergiler hafifletiliyor veya kaldırılıyor. Vergi yükü çalışanın ücretine ve tüketiciye (peynire, ekmeğe, dolmuşa, tüp gaza) bindiriliyor.
3- Devletin çağdaş eğitim konusundaki açığının/yetersizliğinin, paralı eğitim ve din eğitimi ile kapatılmasına çalışılıyor. Dini politikaya alet eden liderlerin önündeki engeller kaldırılıyor. Dini liderlerin gücünden ve disiplininden medet umuluyor. Sosyal huzursuzlukların din disiplini ile baskı altına alınabileceğine inanılıyor.
4- Yabancı sermaye tek kurtarıcı güç olarak görülüyor. Her konuda yabancı sermayeye davetiye çıkarılarak, gelmesi için ne isteniyorsa yapılıyor. Kamu hizmetleri ‘imtiyaz sözleşmeleriyle’ yabancılara devroluyor.
5- İşte böyle bir ekonomik yapılanma stratejisinde Türk halkına biçilen misyon ırgatlıktır. Türk halkı ‘fakir bir ırgat’ olacaktır.”
Bu yazı 16 Ağustos 1999 günü ana akım medyanın önemli gazetesi Milliyet’te yayınlandı. Kaleme alan kişi, ana akım bir iktisatçıydı. Yarattığı ‘Ayşe Teyze’ karakteriyle ekonomik kararların halkın yaşamına etkilerini anlatan, 2018’de yitirdiğimiz Güngör Uras’tı. Bir paragrafı hariç, yazısının tamamı buydu. O paragrafı yeri gelince ekleyeceğiz.
Şimdi yazının yazıldığı koşulları kısaca hatırlayalım…
***
15 Şubat 1999 günü Abdullah Öcalan yakalanıyor, 18 Nisan 1999 seçiminde DSP-ANAP-MHP koalisyonu kuruluyor, 9 Aralık’ta IMF’ye bir niyet mektubu gönderilip ‘Enflasyonla Mücadele Programı’ anlatılıyor, 10-11 Aralık’ta Helsinki’deki zirvede Türkiye’nin, Avrupa Birliği aday üyeliği onaylanıyordu. Ekonomisi, hukuku, siyaseti, toplumu; her şeyiyle, Batı standartlarına yelken açmış ‘müreffeh Türkiye’ rüzgarlarının estirildiği zamanlardı. ‘Yeni Türkiye Stratejisi’ de tüm bu umutları çerçeveleyen ekonomik kalkınma programı olarak hazırlanmıştı.
Güngör Uras, herkesin peşinden sürüklendiği baş döndürücü hızdaki olayların arasından, memleketi bekleyen esas tehlikeliyi çekip çıkarmıştı. Avrupa’ya doğru koşan bir Türkiye’de kim söylese deli saçması sayılabilecek bir düşünceyi, olanca berraklığıyla dile getirmişti: “Hepimizi ırgat yapacaklar!” Bunun da 28 Şubat’ın etkisiyle eğitimde ‘laik adımlar’ın atıldığı bir süreçte, İslamcı bir iktidarla başarılacağını vurguluyordu.
Çeyrek asır önce söylenmiş kehanetvari sözleri veya iktisadi bir öngörüyü yeniden gündeme getirmek değil maksat. Zira, pek çok Marksist iktisatçı da aynı şeyleri söylemişti. O günlerde de meselelere ekonomi politikten bakanlar, iktisadı faiz, enflasyon vs. dışında tartışmayan kesimlerce “solcu siyaseti”, “bilim dışı düşünceler”, “dünyanın ulaştığı teknoloji karşısındaki hurafeler” olarak damgalanıyordu. Uras’ın yazısında eksik bıraktığımız paragrafın tam yeri geldi. Onu da ekleyelim:
“Sayın okuyucularım, ortaya konulan bu model yanlıştır. Bu model eski ‘sömürge modeli’dir. İşin çarpık yanı, eskiden bu modele uygun elbiseleri sömürecekleri ülkeler için sömürenler biçerdi. Şimdi biz, kendi ülkemizi sömürtmek için dar elbiseler biçip, içine giriyoruz. Bu konuları konuşmanın, yazmanın, tartışmanın komünistlik ile, solculuk ile ilgisi yoktur. Bunlar ekonominin temel kavramlarıdır.”
AKP henüz yokken, onun eliyle topluma giydirilecek yeni elbise, Batı’yla entegre sermayenin baskısıyla, bir siyasal mutabakat içinde dikilmişti. 90’lı yıllar boyunca ekonomik krizlerle, gerilimlerle, cinayet ve katliamlarla çalkalanmış toplumun önüne konulan gelecek vizyonu, refah değil ‘fakir ırgat pazarı’ olmaktı.
***
AKP’nin başarısı buydu işte. Sermayenin en hayati düşlerinden birini gerçekleştirdi. Emek üzerinde daha önce benzeri görülmemiş bir tahakküm rejimi kurabildi.
Bu dönüşüm basitçe ücretlerin enflasyonla eritilmesiyle, asgari ücreti artırarak ortalama ücreti düşürmeyle, kamu kaynaklarını belli bir zümrenin hakimiyetine vermeyle filan sınırlı değildir. Mesele, toplam toplumsal emeğin değersizleştirilmesidir. Emek türleri arasındaki eğitim, tecrübe, meziyet vb. farklılıklardan gelen ayrımın, aynı emek rejimine tabi tutularak benzer kılınmasıdır. Alt sınıflar ırgatlaştıkça, kalan herkesin ırgatlaşma baskısı altında kalıp paramparça olmasıdır. Baskı arttıkça da kamplaşma, düşmanlık, aynı çıkarların etrafında birleşerek hareket etme kabiliyetinin felce uğraması hızlanıyor. Ve sermayenin uzun vadede beklentisi dört dörtlük bir isabetle gerçekleşiyor: “Sosyal huzursuzlukların din disiplini ile baskı altına alınabilmesi…”
Dolayısıyla memleketin şaftını kaydıran sorunu da buralarda aramak lazım. Doğal olarak çözümü de. Emek kendini güvenceye alamazsa eğer, ‘ucuz ırgat pazarı’ kültürel, sosyal, siyasal bütün ağırlığıyla beraber ülkenin üzerine çöküp uzun yıllar sürecek bir kadere dönüşecek çünkü.
***
24 yıl önceki bir yazıyla açtık, 122 yıl önceki bir tiyatro oyunuyla kapatalım:
Rus yazar Maksim Gorki, binlerce işçi ve köylüyü sersefil bırakan 19. yüzyılın sonlarında patlak veren ekonomik krize bakarken, gündelik yaşamın çürümesinin, toplumun farklı kesimlerinin birbirine karşı büyüyen kininin, boşvermişliğin, umutsuzluğun altında yatan esas sebebin emeğin değersizleşmesi olduğunu görmüştü. 1901’de yazdığı Ayaktakımı Arasında adlı tiyatro oyununda, işsiz kamış ve bir mağarayı andıran döküntü bir binaya sıkışmış avare insanları anlatır. Hala emek harcayarak ayakta kalacağına inanan Klesç ile serkeşlikle çalışmak arasında bir fark kalmadığını düşünen Pepel ve Satin arasındaki diyaloglar, emeğin değersizleşmesinin yarattığı çöküntünün gündelik yaşamdaki tezahürünü gösterir:
Satin: Vay be! Şu dünyada hırsızlardan iyisi yok yemin ederim.
Kleşç: Para kazanmaları kolay tabi… Çalışmıyorlar ki.
Satin: Çalışmak ha! İş bana keyif verseydi olurdu, çalışırdım belki… Emek keyif veriyorsa yaşam da güzeldir! Ama emek zorunluluk olmuşsa yaşam da esarete döner!
Klesç: Karnımı nasıl doyuracağım peki?
Pepel: Diğer insanlar gibi…
Klesç: İnsan mı onlar? Ayaktakımı hepsi… Ben bir işçiyim. Çocukluğumdan beri çalışıyorum. Buradan kurtulamayacağımı mı sanıyorsun? Derim yüzülse de kurtulacağım.
Pepel: Buradaki kimse senden aşağı değil. Boş konuşuyorsun.
Klesç: Aşağı değil demek! Onursuz, vicdansız yaşıyorlar.
Pepel: Ne yapsınlar onuru, vicdanı? Ne onur ne de vicdan, ayağına giydiğin çizmenin yerini tutmaz. Onurla vicdan, iktidarı ve gücü elinde bulunduranlara lazım…