25 Litre

Film neler anlatmıyor? Örneğin DSİ’nin standart verilerini hem belgeselde hem de proje sayfasında kullanıyor. Ama DSİ’nin “kullanım anlaşmaları” ile akarsuları şirketlere nasıl devrettiğini, böylece halkın ve doğanın elinden alındığını söylemiyor. Söylese su kıtlığının en önemli kaynağı ortaya çıkacak.

Önder Algedik oalgedik@gazeteduvar.com.tr

Kuraklık nedeniyle günde 50 litre su ile hayatınızı sürdürmeyi hiç düşündünüz mü? Kentin su rezervlerinin iyice azaldığını ve suyun karneye bağlandığını düşünün. Mesela günde 25 litre ile hayatınızı sürdürmeyi düşününün. Buna uymak zorundasınız. Çünkü siz uymazsanız rezervler daha hızlı tükenecek ve o zaman hiç su kalmayacak. Yani o güne, “zero day” adı verilen sıfırıncı güne çok yakınsınız.

25 Litre bir belgesel kanalı (National Geographic) ile deterjan firması (Finish) tarafından hazırlanan ve 22 Nisan akşamı ilk defa yayımlanan bir yapım. Gökhan Özoğuz’un sunduğu filmde alanında uzman denilen insanlara danışılıyor. Belgeselin ne anlattığı çok önemli. Ancak daha önemlisi ise anlatamadıkları. Filmin çizmiş olduğu çerçeve ile bir ezber ürettiğini ama bu ezberin dışına çıktığınızda ise çözümün üretilebileceğini hissediyorsunuz.

Belgesel Cape Town kentinin 2015, 2016 ve 2017 yılında kış aylarında yağış almaması ve artmış olan nüfusun etkisi ile yaşadığı kuraklıktan yola çıkıyor. Devamında ise kişi başına düşen su hesabını kendisi de yapıyor ve 2030 yılında susuzluk yaşanmaması için sizleri söz vermeye çağırıyor. Zaten belgeselin bir web sitesi de var. Ayrıca arka planda da bir senaryoyu hikaye olarak filme yediriyor. Bu hikayede İstanbul’da da aynı susuzluk yaşanıyor ve insanlar 25 litre su hakkı ile yaşamaya çalışıyor. Hikaye gerçeklikten oldukça kopuk. Olayı absürt bir hale çevirerek hâlâ hafızalarımızda olan 2007 kuraklığı ile bağlantısız bir distopya sunuyor. Hatta yaşanacak su kıtlığı (!) konusunda bir uzman sorunu nüfus artışına kilitliyor. Kilitliyor diyorum, çünkü bir söylem film boyunca farklı şekillerde işleniyor.

Tabii konuya bakış açısı bir deterjan firmasının ürünlerini satma motivasyonu ile kendini var ediyor. Mesela bulaşıkları elde yıkayınca 103 litre, makinede yıkayınca dokuz litre su tüketimi bilgisi vermesi oldukça ilginç. 103 litre ile kim bulaşık yıkıyor bilmiyorum. Sayıların bu şekilde fabrikasyon yalana dönüşmesi çok garip. Öyle ki deterjan firması deterjan kullanımını özendirirken diğer yandan pek çok kentte halkın tükettiğinden daha fazla suyun kaçak ve kayıp olarak boşa gittiğine zerre kadar değinmiyor.

Peki film neler anlatmıyor?

Örneğin DSİ’nin standart verilerini hem belgeselde hem de proje sayfasında kullanıyor. Ama DSİ’nin “kullanım anlaşmaları” ile akarsuları şirketlere nasıl devrettiğini, böylece halkın ve doğanın elinden alındığını söylemiyor. Söylese su kıtlığının en önemli kaynağı ortaya çıkacak. Ya da DSİ’nin 2018 yılı itibariyle 628 hidroelektrik santralini nasıl başımıza sardığını söylemiyor. Söylese neden bir tane akarsuyumuzun bile özgür akmadığını, devletin yenilenebilir enerji desteklerini bu HES’lere akıttığını konuşacağız. Devamında da koca barajların yanında susuzluk çeken köyleri konuşacağız.

Film şişe suyundan milyarca lira para kazanan firmalara hiç dokunmuyor. Onların daha çok su satabilmesi için kent şebekelerine bakmayan politikacılara da dokunmuyor. 2003 yılında 5,3 milyar litre olan toplam ambalajlı su tüketiminin 2017’de 11,7 milyar litreye ulaştığını, böylece 600 milyon TL olan pazar büyüklüğünün 5,7 milyar TL’ye ulaştığını görüyoruz  Yani kötü içme suyu politikası yüzünden hem belediyeye para vermişiz hem de 5,7 milyar TL’yi damacana su, pet şişe su için harcamışız.

Belgesel bir yerde arıtmadan bahsediyor ve Singapur örneğini güzelce veriyor. Ancak arıtma olmayan yerlerde deterjan gibi kimyasalların kullanılmaması gerektiğine dair hiçbir uyarı barındırmıyor. Türkiye’de neden tam arıtmanın yapılmadığına, arıtması olmayan yerlerde bu tür deterjanların satılmaya devam ettiğine değinmiyor. Ya da deterjanların nasıl bir kirletici olduğunu ve doğada kullanılmaması gerektiğini de söylemiyor. Ne yazık ki firmanın kendi ürünlerinin doğada çözünür olup olmadığına dair bir bilgi web sayfasında yok. Ama gariptir ki şirketin Avustralya’daki ürünlerinin doğada çözülebilir sınıfından olduğu belirtiliyor.

Konuların hiçbir şekilde bağlantısını kurmayınca çözüm “su ayak izini hesapla, buna göre elde yıkama yapma” seviyesini geçemiyor. Tabii bu aralar “bir imza ver sorunu çöz” seviyesine inan kampanyalar bol olunca “bulaşıkları makinede yıka sorunu çöz” havası yaratmak kolay oluyor.

ASIL SORUN

Bir su filminde suyu koruyan Rizeli Kazım Delal’i anmadan konuşmak uygun olmaz. Kazım Delal enerji şirketinin suya el koymasına ve bakanlığın “ÇED olumlu” kararına karşı direnen ve bilirkişi getirmek için ineğini satan bir köylü. Mesela filmin sonunda bulaşıkları elde yıkamayın demek yerine Kazım Delal'in hikayesinden iki cümle verseydi büyük bir heyecan yaratırdı.

Ya da “iklim değişimi” sözünü tekrarlarken DSİ’nin yağış verileri yanında “iklim değişikliği” verilerini tam olarak verse hem film güzel olurdu hem doğru sonuçlar çıkartması mümkün hale gelirdi. Böylece iklim değişikliği ve su ile alakalı bir dizi bilgiyi atlamamış, olayı nüfus artışına kilitlememiş diyebilirdik. Filmin iklim değişikliği ile su arasındaki bağlantıyı kuraklık olarak görmesi büyük bir cehalet aslında.

Böyle olunca HES’lerin ne kadar iklimi değiştiren çözümler olduğu ortaya çıkardı. En basitinden 2017 yılına kadar yapılan barajlarda 1 milyar metreküp dolgunun yapıldığını ve bunun en büyük malzemesinin ise çimento olduğunu biliyoruz. Çimentoya ek olarak tahrip edilen doğa da HES’leri hiç de iklim dostu yapmıyor. Zaten 628 santral sayısı aşırıya kaçıldığının bir belirtisi değil mi? Ya da eski bakanlardan Veysel Eroğlu’un “1000 günde 1000 gölet” projesi ile nasıl bir dizi gölü kuruttuğunu hiç konuşmuyoruz.

25 Litre belgeseli İkinci Dünya Savaşı sonrası hızla kır yaşamının yok edilerek kapitalizme kazandırıldığı bir süreçte bireyin de iyice kazanılması için toplumdan kopartılarak salt tüketiciye indirgendiği, doğanın son parçaları beton ve asfalt ile kaplanırken o tüketici bireyin vicdanını kirleten bir film. Öyle bir yabancılaştırma içinde bir belgesel ki kavramları eksik kullanarak, bağlantılarını yok ederek elde bulaşık yıkayan ve çocuk sahibi olan bireyin vicdanına dokunuyor. Bunu yaparken de suyun mülkünü transfer eden DSİ’den, iklim fonlarını HES’lere harcayan kredi kuruluşlarının bilgilerini kullanıyor. Ama sorgulamıyor. Yetmiyor suyu tekelleştiren enerji şirketlerine ve ambalajlı su firmalarına dokunmuyor. Süper bir yabancılaşma hissi yaratarak elde bulaşık yıkayan bireyi soyutlayarak biraz rezil ediyor, bulaşık makinesi kullanarak ve daha az üreyerek vezir olunabileceği fikrini gizli bir mesaj olarak aşılıyor.

25 Litre belgeseli bir deterjan firması ile bir doğa belgeseli yapan kanalın “susuzluğa mahkum olacağız” teması ile ortaya koyduğu distopik bir yabancılaşma filmi olarak anılabilir.

Tüm yazılarını göster