O hafta Türkiye’nin anayasa tarihine geçmiş ve Cumhuriyet dönemine kadar varmıştım. Darbeden bir gün öncesine geldim, zil çaldı ve konuyu 26 Mayıs 1960’ta bırakarak çıktım. Yorgun argın yemekhaneye giderken bir erkek öğrenci arkamdan koştu. "Sizin 27 Mayıs darbesini savunduğunuzu düşünüyorum" deyiverdi.
27 Mayıs darbesinin 57'inci yılında, Demokrat Parti üzerine ‘klasikleşmiş’ bir kitaptan söz etmek anlamlı olabilir. Türkiye’de bir siyasal parti üzerine yazılmış ilk monografi, Mülkiye Anayasa Kürsüsü’nün emekli hocası Cem Eroğul’un Demokrat Parti adlı kitabıdır. Özelde DP, genel olarak Türkiye tarihi üzerine çalışan herkesin başvuru kaynaklarından. İlk baskısı 1970 yılında A.Ü. SBF tarafından yapılmıştır. Bir süre İmge Kitabevi tarafından yayınlanan kitabın son ev sahibiyse Yordam Kitap (son baskı 2017) oldu.
Türkiye’de çoğu sosyal ve siyasal sorun, belki biraz kaçınılmaz olduğu için, buna mukabil çoğunlukla memleket tarihinin özelliklerinden kaynaklanan gerekçelerle, ‘aşırı hararetle’ ele alınıyor. Hararet arttıkça olup bitene soğuk kanlı yaklaşmak giderek olanaksızlaşır. Resmi tarih eleştirisiyle ortaya çıkan ürünlerin de çoğu zaman o resmi tarih kadar ‘sorunlu’ olabilmesinin nedenlerinden hiç olmazsa biri, sanırım bazen en somut olanı dahi ‘görmeyi’ engelleyen bu ‘zararlı’ hararet. Hiç kuşkusuz yalnızca biri.
Hâl böyleyken, tarihimizin en tartışmalı dönemlerinden birinin sembolü olmuş DP üzerine konuşup yazmak da zahmetli bir iş haline geliyor.
Şöyle ki; bir yanda son derece etkileyici bir halk ve demokrasi hareketi sonucunda iktidara gelmiş DP, diğer yanda belli bir tarihten sonra içinden çıktığı demokratik sistemi ortadan kaldırmaya yönelen bir DP. Bir yanda demokrasicilik oynamak niyetiyle çok partili yaşama ‘izin vermek’ durumunda kalan bir CHP, diğer yanda özellikle 1956’dan sonra o çok partili yaşamdaki uygulamaların mağduru olan muhalefet partisi CHP. Bir yanda halkın tek parti iktidarı döneminde yaşadığı baskı örtüsünü üzerinden atmasının sembolü olan DP, diğer yanda hiç de halkçı sayılamayacak bir DP. Bir yanda ilk yıllarında büyük refah/milli gelir artışı sağlayan ekonomi siyasetinin mimarı DP, diğer yanda plansızlığın savunusunu yapıp borç bataklığına saplanan DP. Bir yanda halkın çok hoşuna giden milliyetçi muhafazakâr söylemi çokça kullanan DP, diğer yanda Cumhuriyet’in o güne dek tanık olmadığı ölçüde Amerikancı/Batıcı DP.
Örnekler çoğaltılabilir. Mesele, bir siyasal parti ve hareket olarak DP’nin farklı ‘hallerini’ kavramak, kavramak içinse öncelikle o nitelikleri saptayabilmek. Herhangi bir siyasi hareketten, lüzumsuzca ‘hain’ ya da ‘kahraman’ çıkarmak için çaba harcamamak. Cem Eroğul, hayli genç bir yaşta kaleme aldığı bu ilk parti monografisinde DP’nin dönemlerine farklı açılardan bakmaya çalışıyor ve bunu eserin başından sonuna dek, başlangıçta hedeflediği ‘sınıfsal karakter’ sorunsalını göz önünde bulundurarak yapıyor. Kitabın ilk baskısı için Önsöz’ü 1970’te yazdığı düşünülürse, araştırma için eldeki imkânların da o tarihle sınırlı olduğu kabul edilebilir. Bu yüzden yazar, bilimsel yöntem ve kuşkuculuktan ödün vermeyerek şu notu düşmüş Önsöz’e: “...bazı genel tahliller yapmayı denedik. Bunların bizi götürdüğü sonuçların bazıları kesin görünse de, bu kesinliğin elimizdeki imkânlarla sınırlanmış olduğu unutulmamalıdır. Başlangıçta belirttiğimiz kayıtlar hatırlanırsa, vardığımız sonuçların, aslında, geniş ölçüde varsayım olarak kabul edilmeleri gerektiği anlaşılır.”
Kitap 1945’te, II'nci Dünya Savaşı sonrasında temelleri atılan yeni dünyanın tasviriyle başlıyor. 1945’e ‘nefes nefese giren’ dünyanın. Eroğul’un sözcükleriyle: “Artık her tarafından çatırdayan faşist imparatorlukların yıkılmasıyla meydana gelecek boşlukta iyi bir yer kapabilmek için, büyük devletler yarış halindeydiler.” Tabii onlar yarış halindeyken, Üçüncü Dünya ülkeleri de hızla uyanmaktaydı. Bir yanda belirginleşen bloklar ve soğuk savaşın başlaması, diğer yanda geri kalmış ülkelerin başkaldırdığı bir ortam. Peki, başta ‘Büyük Başbuğ’ (o günlerin basınındaki yaygın adlandırma) İsmet İnönü ile Türkiye’nin yönetici ‘seçkinleri’ ne yapacaktı? İki çözümleri vardı. Biri emperyalistlere yanaşmak, diğeri hiç olmazsa ‘biçimsel’ bir demokrasi inşa etmek. İşte çok partili yaşama geçmek, bu biçimsel demokrasinin bir gereğiydi.
Bu gerekler tabii ki hakim sınıfın verdiği karardan bağımsız değil. Çünkü tek parti bir yandan halkı baskı altında tutarken, diğer yandan egemen sınıfları tedirgin edecek işler yapmaktan geri durmuyordu. Örneğin 1945’te bir ay ara ile karara bağlanan ‘toprak reformu’ ve ‘ormanların devletleştirilmesine’ dair kanun tasarıları. Toprak reformunun kapsamı çok dar olmasına karşın TBMM’de ‘mülkiyet hakkına’ vurgu yapanların muhalefetiyle karşılaşmıştı. DP’nin ana rahmine düştüğü an olarak kabul edilebilecek Dörtlü Takrir’in (önerge) Celal Bayar ve üç arkadaşı (Refik Koraltan, Adnan Menderes, Fuat Köprülü) tarafından parti grubuna Toprak Reformu’nun tartışıldığı günlerde (Haziran ayında) verilmiş olması, kuşkusuz bir rastlantı değil. Temmuz’da da ormanların devletleştirilmesine dair kanun kabul edilmişti. Eroğul’a göre özellikle bu gelişmeler ‘...mülk sahiplerine yeni bir tehlike işareti olmuştur. Artık tam bir güvene sahip olabilmek için, idareyi tamamen ellerine geçirmeleri gerektiğini görmüşlerdir. Bu emellerini gerçekleştirmek için dayanabilecekleri tek güç ise, zaten baskıdan iyice şikayetçi olan halktı.” Dolayısıyla egemen sınıflar Türkiye’nin yönetiminde bir ‘nöbet değişimi’ olması gerektiğine karar vermişti.
Çok partili yaşama geçiş için ilk işaret fişeği 1945’in 19 Mayıs nutkunda İsmet İnönü tarafından verildi. 5 Eylül’de Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Milli Kalkınma Partisi’nin (Nuri Demirağ) kurulmasına izin verildiğini ve başta seçim kanunu olmak üzere antidemokratik kanunlar, üniversite özerkliği gibi konulardaki taleplere ilke olarak karşı çıkılmayacağını açıkladı. Ve arkasından İnönü’nün o meşhur TBMM açılış nutku (1 Kasım 1945) geldi: “Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır...”
Bundan sonrası, dönemin aydınlarınca da desteklenen büyük ‘liberalleşme’ heyecanı ve kısa süre içinde doğacak olan DP ile CHP arasında bir iki yıl yaşanacak sancılı sürecin tarihidir. DP’nin 14 Mayıs 1950’deki seçim zaferine dek.
Bu heyecan verici hikâye, bugünün sorun ve tartışmalarını anlamlandırabilmek açısından son derece önemli eşiklerden oluşuyor. İkinci yazıda DP’yi Cem Eroğul’un kitabı eşliğinde anlatmayı sürdüreceğim. Okuduğunuz yazının başlığındaki ifadeyi göz önünde tutarak. Şimdi gelelim başlıktaki o öğrenciye.
Üç beş yıl önce, birinci sınıflara anayasa tarihi anlattığım dersin ardından şöyle bir şey yaşadım. O hafta Türkiye’nin anayasa tarihine geçmiş ve Cumhuriyet dönemine kadar varmıştım. Çok partili yaşama geçişi ve 1950’leri, gelenek olduğu üzere dönemlere ayırarak anlattım. Önümüzdeki yazıda yapacağım gibi, ‘İktidara geliş, 1950-54, 1954-57 ve 1957-60’ ayrımlarıyla. Darbeden bir gün öncesine geldim, zil çaldı ve konuyu 26 Mayıs 1960’ta bırakarak çıktım. Yorgun argın yemekhaneye giderken bir erkek öğrenci arkamdan koştu. Sesini duyunca döndüm ve heyecandan terlemiş yüzündeki büyük gerginlikle, "Size bir tepki göstermek istiyorum" dedi. Matrak bir durum tabii, efendi çocuk tepki göstermeden önce izin istiyordu! "Göster bakalım" dediğimde, "Sizin 27 Mayıs darbesini savunduğunuzu düşünüyorum" deyiverdi. Hoppala. Henüz darbeyi yapmamıştık oysa! "Neden?" dediğimdeyse "DP hakkında olumsuz şeyler söylediniz" dedi. Ayak üstü bir kez daha anlatmaya çalıştım ama nafile. Bir sonraki derste bu itirazını dile getirmesini, sınıfta tartışmamızın iyi olacağını önerip vedalaştım.
DP hakkında olumsuz tek bir ifade duymaya tahammülü olmayan o 18 yaşındaki genç insanın, henüz anlatmadığım bir konu hakkında ‘ne düşündüğümden emin olmasının’ bir gerekçesi olmalıydı. Ölmez sağ kalırsak bir sonraki yazının konusu, Cem Eroğul’un kitabından hareketle DP tarihini anlatırken, bu tepkinin nedenlerini ‘de’ anlamaya çalışmak olsun...