28 Şubat’larımız
Türkiye’de doğup büyüyenlerin ya hiç tanımadığı ya da hep maskeli balo için giydiği kıyafetler içerisinde görüp bildiği hukuk, oysa, böyle müsamerelerde ayağa düşürülmesinden kimseye hayır gelmeyecek bir kurumdur. Ve hukuk, zengin ve güçlüler, muktedirler yararına ne kadar manipüle edilmiş olursa olsun, bir tür “fair play” kavramına dayanır ve onu ayakta tutar.
15 Temmuz darbe girişiminde Tayyip Erdoğan’ın kaldığı oteli basan askerlere mahkeme başkanı, “Devlet isteseydi sizi orada ya da daha sonra öldürürdü,” dedi. “Devletin öyle bir amacının olduğunu sanmıyorum. Önlem amacıyla özel harekat polislerinin oraya geldiğini düşünüyorum.”
Muharebe Arama Kurtarma (MAK) timi elemanları olan bu askerler, cumhurbaşkanının Marmaris’te kaldığı otele gecikmiş bir baskın düzenlemişler, iki polisi öldürmüşler, sonra kaçmışlar, birkaç günlük arama-taramadan sonra yakalanmışlardı.
Mahkeme başkanı, duruşmalarının altıncı gününde MAK’çılara, “Neden kaçtınız, teslim olmadınız?” diye sordu. Sanıklar bir ağızdan, “Teslim olamazdık,” cevabını verdiler, “teslim olsaydık polis bizi katledecekti.” İşte bunun üzerine mahkeme başkanı o sözleri söyledi: “devlet isteseydi…”
Bu diyalog çoğumuza pek tabiî, tabiatın kendisinden daha tabiî görünecektir. Çünkü hepimiz biliriz ki, devlet isterse öldürür. Muhtemel suçun cumhurbaşkanını kaçırmaya veya öldürmeye teşebbüs olması da gerekmez. “İsterse”! Anahtar, kilit, hepsi budur.
Bu bize tabiî görünür, çünkü biz hukuk bilmeyiz.
Zamanında yapılan bir soruşturmada hakim ve savcıların yüzde yetmişinden fazlası, “devlet sözkonusuysa hukuk bir kenara bırakılır” demişlerdi. Yani bizzat hukuk insanları. Bırakılır; biliyoruz. Sorumuz, ne zaman bırakılmadığı.
Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı, yargıç Orhan Gazi Ertekin, Al Jazeera Türk’ün sitesinde yayımlanan şahane yazısında, bu soruya “hiçbir zaman” cevabını verdi. “28 Şubat, gerçekte Türkiye yargısının bir döneminin adı değil, tarihsel kaderi olmuştur,” diye yazdı Ertekin. “Bir defa, yargının iktidarlarla olan pederşahi ilişkisi zaten kadimdir. İktidardan övgü ve azar aralığında gidip gelen daimi brifingler alarak iş gördüğü gerçeği de reddedilemez.”
MÜSAMERE VE HUKUK
Askerî vesayet rejiminin başlıca yönetim aletlerindendi “brifing”. Koca koca adamlar -kadınlar da vardı ama tabiî ortadaki, bir ‘adamlar’ manzarasıydı-, gülünç olduğu kadar yürek burkucu müsamerelerde, saygı, huşû ve birilerinin birileri karşısında ezilip büzülmesinin bunlar kadar şık durmayan türlü şekillerini canlandırır, sona doğru kendilerinden geçerek, ancak aşırıya kaçmış zikir seanslarıyla, kült ayinleriyle kıyaslanabilecek alkış törenlerinde kendilerini kaybederlerdi.
Hizmet aşkıyla kendinden geçmiş bu esrik topluluk içerisinde yargıçlar, savcılar, hukuk insanları bolca bulunurdu. “Devlet isterse” geleneğinin hukukçuları…
Türkiye’de doğup büyüyenlerin ya hiç tanımadığı ya da hep maskeli balo için giydiği kıyafetler içerisinde görüp bildiği hukuk, oysa, böyle müsamerelerde ayağa düşürülmesinden kimseye hayır gelmeyecek bir kurumdur. Ve hukuk, zengin ve güçlüler, muktedirler yararına ne kadar manipüle edilmiş olursa olsun, bir tür “fair play” kavramına dayanır ve onu ayakta tutar. “Burjuva hukuku” nitelemesi elbette doğru, ama bu isabetli hüküm, hukuk kavramını başlı başına musibet saymayı, külliyen reddetmeyi mi gerektiriyor? Aksine. Hukuka sözde en çok sahip çıkanların onu çıkarlarınca eğip bükmeyi kafaya koymuş kısmî sahtekârlar olduğu yanlış değil. Ama bizzat hukuk diye bir şeyin, özellikle güçlüleri, muktedirleri birtakım yasalara uymak zorunda bırakacak kurumların varolması, artık iyice anlamış olmalıyız ki, esas güçsüzlerin meselesi. İktidar sahibi olmayanların yararına.
İKİ HÜKÜM
“İzmir suikasti yargılamaları sırasında Kazım Karabekir’e yapılan özel muameleye sinirlenen Mustafa Kemal’in Çeşme’deki baloda özel olarak çağrılan yargıçları azarlaması ve yargıçların pencereden atlayarak baloyu terk etmeleri”nden başlayarak, “Türkiye yargısının iktidarlar karşısında ne kadar dayanıksız olduğunu” anlatan Orhan Gazi Ertekin, askerî vesayet rejimine aşkla hizmet eden yargıç ve savcıların daha sonra kendilerini nasıl “Cemaat yargısı”na tâbi kılıverdiklerine, bunun ardından, şimdi, nasıl “‘Cemaat mağduru’ olarak sıraya girdiklerine” işaret ediyor, “Buna,” diye devam ediyor, “[aynı yargı mensuplarının] 2013 sonrası Cemaat’e karşı hükümeti bağrına basması ve orada sakınmaya devam etmesini de ekleyelim”.
Ertekin iki hükme varıyor. İlki, günün sahici veya güya muhalefetinin ezici çoğunluğuyla bir türlü kabule yanaşmadığı, bütün kötülüklerin anası kimliği taşıyan ana çelişkiye işaret ediyor: “Bugünün yargısını 28 Şubat yargısı üzerinden haklılaştırmaya çalışmak kadar, geçmişin yargısını bugünün yargısının geldiği kötü manzara üzerinden haklılaştırmaya çalışmak da trajik bir politik tercihten başka bir şey değildir.”
İkincisiyse, yine aynı saiklerle bol itirazla karşılanması beklenir cinsten: “28 Şubat yargıda bin yıldır sürüyor ve gelişmelere bakılırsa bin yıl daha sürecek gibi görünüyor. İktidarlar geliyor, gidiyor. Ama yargı aynı kalmaya devam ediyor.”
Ana mesele, buradaki “aynı”lığı teşhis etmek.
SAĞCI YANAŞAMAZ DA...
Türkiye’nin sağcısı buna yanaşmaz. Hâlâ vesayet-mağduriyet edebiyatından medet umabiliyorlar. O aynılığın teşhisi, ideolojik propagandalarını, kimlik meşruiyet bildirimlerini üzerine dayandırdıkları tarih anlatısını bozar. Ayrıca, güç ellerinde olduğu sürece hiçbir kuralsızlık, hukuksuzluk, kurumsuzluk onları rahatsız etmez. Demokrasiye ve onu yaşatmak için gerekli hukuk müessesesine de ihtiyaçları yok.
Fakat Türkiye’de Batılı anlamıyla laik-seküler bir cumhuriyet, hele demokratik, hele hele çoğulcu bir rejim isteyenlerin konuya ters taraftan ama benzer şekilde yaklaşması hem anlaşılmaz hem de yıkıcıdır. Şimdi Erdoğan-AKP iktidarının yeniden kurup bol bol fayda sağladığı sağcı tarih anlatısı ve bunun içinde sözde hukukumuzun yeri konusu, muhalif kesimin müfredatında yalnız ve yalnız, aynı olgular tersten yorumlanarak düzenlenmiş haliyle yeralmakta. Yargıtay Başsavcısı sıfatı taşımış Abdurrahman Yalçınkaya adlı zatın, gazete kupürlerini biraraya getirerek ardarda seçim kazanmış parti aleyhine hazırladığı kapatma davasının bir hukuk eylemi olarak kabul görmesi sadece hazin değil, bugünlerin hazırlayıcısıydı da. Yazdıklarının tam tersiyle suçlanarak “Türklüğe hakaret”ten mahkûm edilen Hrant’ı namlunun ucuna iten, Yargıtay’dan başkası değildi. Üst hukuk kurumu.
Ve bunun muhalif mahfillerde ne kadar az konu edildiğinin farkında mıyız?
ZAMANI GELMEDİ Mİ?
Şimdi Erdoğan-AKP iktidarı, hukuk adına ortada ne kırıntı kalmışsa onu da yok etmeye niyetli; bu anlaşılıyor. Eğer hukuk bütünüyle yok olsun istemiyorsak acaba ilk elde ne yapmalıyız?
Tarihimizdeki ezcümle 28 Şubat’ları birarada ele almaya, topluca reddetmeye nihayet hazır mıyız?
Ertekin yazısının sonunda, “Böyle bir yargıdan kimseye hayır gelmez, gelmeyecek,” diyor ve “Türkiye’nin yargısındaki bin yıllık 28 Şubat karanlığı”ndan sözederek, keyfince serbest zulüm şehvetine kendini kaptırmış Türk İslâmcısı ve faşistine hatırlatıyor: “Mâlûm, her kimin olursa olsun ‘bin yıl süreceği’ zannedilen şeylerin de bir fiske ile yok olabileceğini gördüğümüz bir yakın tarihe de sahibiz artık…”
Ben de bitirirken sorayım:
Türk İslâmcısı ve faşistinin, bugünkü serbest zulüm döneminin bin yıl süreceğine inanması, haydi, iktidar sarhoşluğundan. Üstelik onların bugünkü rezilliğin sürmesini istemelerinde tuhaflık yok. Peki, bu memlekette çoğulculuk, demokrasi ve asgarî insanca hayat isteyenlerin şu hukuk meselesini cesurca, tarafsızca, “fair play” varolmasın diye yenmiş bütün haltları terazinin aynı kefesine koyarak ele alması ne zaman mümkün olacak? Bunu havalandırmalarda avluya çıkarıldığımızda mı yapacağız yoksa arkamızdan “yaşasalardı yapacaklardı” falan mı diyecekler?
Hukuk, insanların yararına inandığı, anlam yüklediği, güvendiği bir kurum olsaydı bu kadar kolay yıkamazlardı.