Henüz tamamlanmamış, fenomen haline gelmemiş, içinde yaşadığımız
olaylar hakkında, fikir beyan etmenin riskleri vardır. Bu bağlamda,
Mao’ya Fransız Devrimi hakkında görüşleri sorulduğunda, ‘üzerine
konuşmak için henüz erken’ dediği rivayet edilir.
Ama, her şeye rağmen, Filistin’de yaşanan olaylar üzerine
birtakım hipotezler öne sürebiliriz.
Zira, Filistinli direniş gruplarının, İsrail’in işgalci
yerleşimcilerini ve topyekün İsrail devletini hedef alan
saldırılarının ardından 3 hafta geride kaldı ve karşı karşıya
olduğumuz şey fenomenolojik olarak belirmediyse de eskizleri
tamamlandı diyebiliriz.
Öncelikle, bu süreçte İsrail’in istihbari ve operasyonel
kabiliyetlerine ilişkin efsaneler mitoloji haline geldi ve İsrail
siyasi-hukuki aparatlarını, yani kendisinin gerçekte bir terör
makinesi olduğunu perdeleyen mekanizmaları bir kenara bırakarak
gerçek anlamda bir tedhiş tertibatı halini aldı. İsrail’in
aslındaki asimetriye rücu edişi, ABD ve İngiltere’nin başını
çektiği emperyalist devletlerde simetrik bir karşılık buldu ve
Batılı emperyalist devletlerin tamamı, İsrail devletine tam
desteklerini sundular. Üstelik bu destek yalnızca askeri, finansal,
diplomatik desteklerden ibaret değil. Batılı emperyalist devletler,
kamuoyu inşa ayarlarını, İsrail devleti karşıtlığını Anti-semitizm
ile eşitleyen WOKE pozisyonuna getirmekte gecikmedikleri gibi,
ABD’de ateşkes istedikleri için kongreyi basan Yahudiler’e bir
Gazze fragmanı takdim etmekten de imtina etmedi.
Yani Filistin’de yaşananların, İsrail ve Batı dünyasındaki ilk
doğrudan sonucu, maskelerin bir kenara bırakılması oldu.
Bu maskelerin bir kenara bırakılması ile birlikte, İsrail
şimdilik hava saldırıları ile hastaneleri, okulları, pazar
yerlerini vurarak, Gazze diye bir yer bırakmayacağını burada
yaşayanları da soykırıma tabi tutacağını hem retorik (orman kaçkını
barbarlar vs.ışığın çocukları) hem de askeri jeo-stratejik hamleler
ile ispatlamış oldu. Yani, İsrail, kurumları ve hukuku olan bir
devlet olmaktan bir tehdiş tertibatı olmaya doğru maskelerini
çıkarırken, muarızları Filistinlilere karşı da, sanki
karşısındakileri insan gibi görüyormuşçasına davranmayı da bir
kenara bıraktı.
Zaten, İsrail devleti, ABD’li Neo-Conlar ve bu periferideki kimi
Batı akademisi/medyası, Gazze’nin İsrail, ve tabii ‘uygar dünya’
için bir laboratuvar olduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla, İsrail’in
olaylara yaklaşımının, hukuki değil biyolojik ve tıbbi olması son
derece anlaşılır oluyor böylelikle. Zira, İsrail’in bakış açısıyla
Gazze’de yaşanan direniş, farelerin isyanı ya da deneklerin
kudurması türünden bir şey.
Meseleyi bu bakış açısına yerleştirdiğimizde başka bir durumla
daha karşı karşıya kalıyoruz. O da bildiğimiz Nazi tıbbı ve
biyolojisi. İnsan bedeninin, bütün sosyo-kültürel, etik, hukuki,
ahlaki bağlamlardan kopartılarak, yalnızca kan, et, doku, kemik ve
sıvılardan oluşan çıplak hayata indirgenmesi. Agamben’in söylediği
biçimiyle söylersek, yaşamın zoi formuna yani, neredeyse
hayvan diyebileceğimiz, et yığınlarına indirgenmesi. Dolayısıyla,
bugün insanı bütün sosyal, manevi, hukuki haklarının dışında gören
bir devlete karşı tutum almak, anti-semit bir tutum değil,
anti-faşist, Anti-Nazi bir tutumdur. Çünkü, Kibbutzlar bile çok
tartışmalı olmakla birlikte, İsrail devleti ve onun işgaline ortak
olan yurttaşları, 2. Dünya Savaşından sonra Kibbutzları kurmak için
Ortadoğu’ya gelen Samilerden çok farklı bir noktadalar artık.
Daha önce de söylediğimiz gibi, eğer burası bir laboratuvar
idiyse, burası yalnızca İsrail’in değil, İsrail’e hamilik eden Batı
devletlerinin de laboratuvarı. İsrail’in askeri savaş yerine
sivilleri itlaf etmeye dönük bakış açısı, hümanizma ile kurulmaya
çalışılan büyük insanlık ideallerinin en önemli parçası olan,
sivil-yurttaş kategorisinin tümüyle iptal edildiği anlamına geliyor
olabilir. Dahası, buradan bakarak, doğal bir yurttaşlık hakkı
olarak sivilliğin belirli bir sınıfsal pozisyon etrafında
tanımlandığı Antik-Yunan ve Roma dönemindeki, köle-yurttaş sürümüne
doğru geriletilmeye çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, Gazze’de ve yer yer Batı Şeria’da gördüğümüz şey,
sivillerin ölümünden ziyade, sivilliğin topyekün öldürülmesi ve
imhasıdır diyebiliriz. Ki bu durumda sorulması gereken soru,
öldüren kim değil, ölen ne?dir.
Laboratuvardan yansıyan bir başka görüngü de, bu hümanizma
dediğimiz ama Haiti’den beri aslında kolonici ikiyüzlülüğün
maskelerinin imal edildiği frapan renklerin bilhassa laciverdi
tonlarına da ihtiyaç kalmamış olması gibidir.
Eyal Weizman, Arendt’in görüşlerinden yola çıkarak, Ortadoğu'ya
ve oradan da genel olarak dünyaya baktığında, bir tür
sürdürülebilirlik projesi olarak, ehven-i şer siyaseti görür. Bu
siyaset içerisinde örneğin, Rojava’da birkaç Kürdün, Şengal’de
birkaç Ezidinin, Gazze’de birkaç Filistinlinin, herhangi bir
otokrat rejimde birkaç muhalifin öldürülmesi kabul edilebilir bir
şeydir. Zaten bu insanlar, genel bir olağanüstü hal rejimine dönmüş
olan neo-liberal sistemin otokrat rejimleri tarafından istisna
haline getirilmişlerdir.
Dahası bu ohal rejimlerinin, olağanüstü ya da sıra dışı
operasyonlarında, istatistiki bir yan etki ve buna ilişkin bir
kabul edilebilirlik sınırı vardır. Zaten Weizman’ın ehven-i şer
dediği de işte bu sivil kategorisi ile istisna kategorisinin ve
sıra dışı operasyonların yan etkilerinin net bir şekilde
tanımlanmış olmasıdır. Ki, ehven-i şer kabul edilebilirlik ve
sürdürülebilirlik tam olarak burasıdır. Weizman’ın bu ehven-i şer
sürdürülebilirlik kategorisini inşa ederken kendisi için bir
tipoloji haline gelmiş olan en önemli figür Marc Carlasco.
Carlasco, Pentagon ve CENTCOM’un ortak birimlerinden olan
Değerli Hedef Birimi’nin (High-Value Target Unit) 2000’li
yıllardaki yöneticilerinden birisi, ki kendisi şu anda ilginç bir
şekilde, askeri kariyerini bırakmış, İnsan Hakları Örgütleri için
bilirkişilik yapıyor. Saddam Hüseyin gibi önemli liderlerin ya da
Usama Bin Ladin gibi örgüt yöneticilerinin bulunması ve imha
edilmesi ile ilgili bir birim burası. Carlasco’nun başında olduğu
birimin görevi ise, bu yüksek profilli unsurlar ortadan
kaldırılırken, mimari yıkımı belirli bir seviyede tutarak en fazla
30 kişinin ölmesinin sağlanması. Yani, 1 aranan +29 kişi daha olmak
üzere bir saldırıda toplam 30 kişi öldürülebilir. 30 kabul
edilebilirlik sınırı olarak varsayılıyor, daha fazlası ehven
olmaktan çıkıp katliam olarak görülebilir ve olaylar infiale doğru
gidebilir.
İşte, Gazze’yi ve genel olarak Ortadoğu’yu bir tür laboratuvara
dönüştüren şeylerden birisi de burası, insanlık dediğimiz şey için,
kaç sivilin ölmesinin ehven sınırının ölçülmesi vb… İsrail’e
yapılan saldırıların ardından, İsrail’in devletmiş gibi yapmayı ve
muarızlarına sivillere davranıyormuş gibi göstermelik davranışları
bir kenara bırakması bize işte bu ehven-i şer sürdürülebilirliğin
de sonuna geldiğimizi gösteriyor.
Tabi, ehven-i şer ya da sürdürülebilir Ortadoğu siyasetinin
sonuna geldiğimize ilişkin emareler yalnızca, sivilliğin ölmesi ve
İsrail’in maskeleri bir kenara bırakması değil. Afrika’nın kuzeyi
ve Ortadoğu, coğrafya olmaktan çıkıp birden birer amiral battı
sayfasına dönünce, ABD ve Çin’in savaş gemilerinin kana doğru
yürüyen köpekbalıkları gibi bölgeye üşüşmeleri de artık Doğu
Bloku’nun yıkılması ile kurulan statükonun sonuna geldiğimizin
başka göstergeleri.
En başta dediğimiz sivillerden ziyade sivillik kategorisinin
öldürülmesine benzer bir şekilde, artık anladığımız anlamda da bir
dünya yok. Ya da dünya dediğimiz yer yaşanılan yerlerse bu yerler
G-8 ülkelerinin yaşadığı yerler; kalan yerler ise dünyanın savaş,
felaket, salgın, kıtlık mekanları.
Ki, medeniyet dediğimiz iki yüzlülük, dünyayı savaş ve refah
coğrafyaları olarak iki temel parçaya ayırmak için büyük bir çaba
sarf etti.
Avrupa ve ABD yüzyıl savaşları, iç savaşlar, din savaşlarıyla
geçen yüzyılların ardından, bilhassa 20. yüzyıldan itibaren
Avrupa’da ve ABD’de savaş yapmamak için özel bir çaba sarf etti.
Birinci Dünya Savaşında bu proje kısmen başarıldı. Sırp
arşıdükünün öldürülmesi ile başlayan dünyanın savaşı, Balkanlar,
Kafkaslar, Afrika ve Ortadoğu’da yapıldı. İkinci Dünya Savaşı
Hitler’in Versailles’in öcünü alma ve Sovyetleri işgal planlarından
dolayı kısmen Avrupa’da ama gene aslolarak, 1. Dünya Savaşı’nın
coğrafyasında gerçekleşti.
68 militan gençliğinin, bilhassa RAF militanlarının savaşı
canavarın kalbine taşıma stratejisini bir kenara bırakırsak, Avrupa
yaklaşık 80 yıldır savaş görmedi. Daha da ilginç olan, ABD bir yana
Avrupa’nın konvansiyonel orduları da yok. Ama bütün savaş
masalarında varlar ve şimdi İsrail’e gerçekleştirilmiş olan
saldırının ardından, herhalde arşıdük Ferdinand 3. kez öldürülmüş
oldu ve 3. Dünya Savaşı muhtemelen başladı.
Ne var ki, artık ulusal ordular yok, muhtemelen G-8 ülkeleri
için savaş haber bültenlerinde bir başlık ya da en fazla
Baudrilliard’ın deyimi ile bir simülasyon olarak kalacak. Dahası,
çok gelişmiş silahlarla, G-8 ülkeleri savaş alanı olarak
tasarladıkları çok kısıtlı bir alanda, G-8 ülkeleri kozlarını
paylaşacaklar.
Sürdürülebilir sivilliğin öldürülmesi, yurttaşlıkta Antik-Yunan
sürümüne geri dönmemiz, dünyanın bir kısmının distopik ya da
apokaliptik bir sürekli savaş mekanı olarak işaretlenmesi elbette
savaşın büyüyeceği ve muhtemelen dünyanın daha da küçüleceği
anlamına geliyor.
Peki tüm bunlar neden?
Kapitalizmin kendi içinde ve sosyalist muarızlarına karşı
yürütmüş olduğu polemiğin en büyük kısmı, sermayenin yapısı ve
kontrol edilmesinin biçimleri ve normları ile ilgilidir.
Neo-liberalizm sonrası sermayenin elde etmiş olduğu sınırsız
dolaşım gücü, bu güçle işbirliği inşa etmeyi bilen ve hukuku her
biçimde askıya almaktan çekinmeyen, Erdoğan, Orban, Putin, Mondi,
Netanyahu tarzı uzun ömürlü otokratik rejimleri beraberinde
getirdi.
Öte yandan, sermayenin ulaşmış olduğu yeni form, yani
dijitalleşmiş, yapay zeka ile tahkim edilmiş algoritmalar
tarafından inşa edilen askeri, finansal, dijital şirketlerin
sermayesindeki muazzam temerküzün gücü ve arzuları; geçiş döneminin
göstermelik otokratlarına bile tahammül kalmamış gibi görünüyor.
Kimilerinin dijital feodalizm diye tanımladığı bu egemenlik formu,
Avrasya’ya (Çin, Rusya, İran, Hindistan) karşı Atlantik (ABD,
Avrupa)’in hegemonya savaşı üzerinden, belki de kendi savaşını
verecek ve modernist hegemonya biçimine karşı dijital
feodalizmin egemenlik savaşına dönüşecek.
Çünkü, bütün bu otokrat rejimler kendi rejimlerini inşa ederken,
modernist egemenlik önkabullerini o kadar askıya aldılar ki, aynı
zamanda kendi ayaklarının altındaki zemini de çekmiş oldular.
Dolayısıyla, sermayenin yeni şekli ya da neo-liberalizmin yeni
formu sivilliği öldürüyorsa, muhtemelen bu sivillik fikriyle inşa
edilmiş olan meşru egemenlik biçimlerini de öldürecektir ve
yurttaşlıkta Antik-Yunan formuna yol alınırsa gibi, egemenlikte de
Ortaçağ feodalizminin vasallik yapılarına doğru yol almak mukadder
olacaktır.