31 Mart sonrasının ekonomi politiği üzerine

Önümüzdeki dört yıl için, düzenin ve rejimin yazdığı senaryoları yırtacak, olayların gidiş mantığını değiştirecek biricik gelişme, emekçilerin aktif kitle çıkışları olabilir.

Haluk Yurtsever haluk.yurtsever@gmail.com

31 Mart yaklaşırken zihinlerdeki soru, seçimden sonra Türkiye’yi nelerin beklediğidir. Çoğunluk, bu soruya öncelikli sorunun “ekonomi” olduğu yanıtını veriyor. Yaşamını sürdürme, geçinme sorunlarıyla boğuşan yurttaşla, dolar milyonerinin bu tanıda ortaklaşmaları ilginçtir.

“Ekonomi”yi, siyaset dışı, teknik bir etkinlik alanı olarak kabul ettirmek kapitalist düzenin tarihsel başarılarından biridir. Büyük bir aldatmacadır. “Ben ekonomistim” diyen siyasetçi toplumu aldatıyor. Döviz kurundaki, altın ya da Bitcoin’deki dalgalanmaları izleyerek günü kurtarmaya çalışan dar gelirli yurttaş kendini kandırıyor. “Siyaset dışı” görünmek sermayenin, “ekonomi dışı” görünmek sermaye devletinin en etkili meşruiyet mazereti olarak iş görüyor.

Önümüzdeki döneme ilişkin ekonomik öngörü ve çözümlemeler yoldaş hocalarımız tarafından yapılıyor. Bizler de onlardan öğreniyoruz. Bu yazı, en genel ve önemli noktaları öne çıkararak 31 Mart sonrasına ilişkin ekonomi politik bir panorama çizmeyi amaçlıyor. 

ÜRETİM Mİ, BÜYÜME Mİ?

Kapitalist ekonominin büyülü kavramı “büyüme”dir. Tüm sınai, ticari, parasal hareket ve işlemlerin toplamı olarak hesaplanıyor. Bu yüzden de reel üretim büyümesini bire bir yansıtmıyor. Bu noktada iki not düşelim: Birincisi, “mali”, “hayali”, “fiktif”, “bulut” vb. terimleriyle ifade edilen ekonomik etkinliklerin tümünün kaynağı gerçek/reel üretimdir. İkincisi, günümüzde, tüm toplumlar, tek ve bütünleşik bir dünya ekonomisinin bileşenleridir. Ekonomi politik artık küresel, aynı zamanda jeopolitik ilişkilerin alanıdır.

Bu bakış açısıyla altı önemli başlığın altını çizebiliriz. Bir: Gerçek maddi üretim artışı, bize “büyüme” diye sunulan verilerin çok gerisinden seyrediyor. Türkiye göreli olarak ve giderek daha az üreten ama daha çok tüketen bir toplumdur. İki: Aradaki boşluğu dış borçla, kara parayla kapatan, ekonomisi dışarıya bağımlı bir ülkeyiz. Üç: Dünya kapitalist sisteminin sınırdaki ekonomik ve siyasal bunalımı koşullarında ülkeler arasında istikrarlı, öngörülebilir ekonomik ilişki ve düzenlemeler kurulamıyor. Başka anlatımla, küresel ekonomik koşullar 2002’deki gibi lehte değil. Dört: Öte yandan, nasıl hesaplanırsa hesaplansın büyüme bir ekonomik canlılık getiriyor; işsizliğin düzen için tehlikeli sınırların ötesine geçmesini, sonuç olarak da sınıf çelişkilerinin keskinleşmesini öteliyor. Beş: Türkiye’de “kayıt dışı ekonomi” çok büyüktür; verilere yansımadığı için ekonomi politik çözümlemelerde yerini yeterince bulamıyor. Ekonomi böyleyken, halk neden ayaklanmıyor sorusunun yanıtlarından biri kayıt dışılıkta gizleniyor. Altı: Ekonomi politik düğüm kendisini en çok giderek uçurumlaşan eşitsiz bölüşümde gösteriyor.

İKİ KARA DELİK: BORÇ VE FAİZ

Türkiye ekonomisinin 2023’te yüzde 4,5 büyüdüğünü aktaran TUİK verilerine göre, sanayide büyüme yüzde 0,8’de kalmış. Tarım ise yüzde 0,2 küçülmüş. Reel sınai ve tarımsal üretimle büyümeyen, ekonominin çarklarını borçlanarak döndüren bir ülkenin darboğazdan çıkması bu verilerle de mümkün değil.

AKP-Erdoğan iktidarı, 21 yıl boyunca dışa/ithalata bağımlı, kaynaklarının çok büyük bölümünü inşaat, yol vb. üretken olmayan alanlarda harcayan, tercihlerini üretimden finansa, geniş emekçi katmanlardan küçük bir azınlığa büyük kaynak ve gelir transferi yönünde yapan bir ekonomi siyaseti izledi. “Faiz sebep enflasyon neticedir” saplantısına, döviz kurunun baskılanmasına dayanan tercih ise Türkiye’yi 4-5 yıl içinde yüksek enflasyona, Korkut Boratav’ın deyişiyle “bölüşüm şoku”na getirdi. Şimdi buradayız.

Türkiye, kamusu, özeli ve yurttaşıyla, borçla, dolayısıyla faizle yaşayan bir ülkedir. 2023 verilerine göre dış borç toplamı 482,6 milyar dolar. Ağırlığı kredi kartı üzerinden olmak üzere hane halkı borcu 87,9 milyar dolar. Türkiye’nin yakın vadeli borçlar için 2024'te 264 milyar dolar taze/sıcak para bulması gerekiyor. Bu paranın bulunup bulunmayacağı, bulunursa faiz ya da başka türlü bedelinin ne olacağı bilinmiyor.

Bilinen ise, Türkiye’nin son 20 yılda 563 milyar dolar faiz ödediğidir. 2024 yılında toplanacak vergilerin en az yüzde 17’sinin faize gideceği öngörülüyor. Demek ki, kanayan yaralardan biri yüksek faiz ödemeleridir ve bu kanamanın yakın erimde durdurulması olanaklı görünmüyor. Borçlu yurttaşa gelince. Kapitalist için “borç yiğidin kamçısı”dır. Emekçi yurttaş çoğunluğu için köleleşmenin, düzene biatın kamçısı oluyor.

VERGİ SİYASAL VE SINIFSAL BİR ARAÇTIR

Vergi, devletin en önemli gelir kaynağı, aynı zamanda ekonomi politiğin en sınıfsal, en siyasal konusudur. 

Türkiye kapitalistler için bir vergi cenneti. Emekçiler, dar gelirliler için ise cehennem. Kâr, faiz ve ranttan, yani sermaye gelirlerinden toplanan vergi miktarı komiktir. Dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı OECD ülkelerinde yüzde 45 iken bizde yüzde 65,24’tür. Bu, vergi gelirlerinin dörtte üçünün tüketim yapan, kamusal hizmet alan herkesten eşit ve otomatik olarak alınan KDV, ÖTV, resim, harç gibi dolaylı vergilerden oluştuğu anlamına geliyor. En adaletsiz vergi sistemidir. Bir ikincil sömürü düzeneğidir.

Ya doğrudan gelir vergisi? Gelir vergisinin yüzde 91’i kaynaktan, yani ücret ve maaşlardan kesiliyor. Bu büyük yapısal adaletsizlik bir yana, devlet bu ülkenin en çok “kazanan” kesimlerinden mevzuat gereği alınması gereken vergilerin bir bölümünden “af”, “muafiyet” ve “istisnalar” adı altında vaz geçiyor.  Kerim Rota’nın aktardığı bilgilere göre, 2024’de bu kalem 2.2 trilyon TL (ortalama kurla 60 milyar dolar) tutuyor. Devlet 2024’de vergi gelirlerinin yüzde 26’sını silecek. Vergileri kaynaktan kesilenler için ise böyle bir şey yok. Örneğin, bir ücretli çocuğunun okul ücretini hiçbir biçimde vergi borcundan düşemiyor. Ayrıca enflasyonun kendisini devlet eliyle yürütülen bir tür kümülatif vergi olarak değerlendirmek gerekiyor.

Adam Smith’in “piyasanın görünmez eli” dediği düzenek devletin görünen elinin müdahalesi olmadan işlemiyor. Bölüşüm şoku, üretimden tüketime tüm ekonomik etkinlikler üzerinden, devlet eliyle, yani siyasal tercihlerle gerçekleşiyor. Çalışan nüfusun dörtte üçünü oluşturan ücretlilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 26,3. Cumhuriyet döneminin en düşük oranı. Sermayenin büyümeden aldığı pay ise yüzde 53,7. Bu rakamlar bölüşüm şokunun şiddetini gösteriyor.

Kabaca 20 milyon civarında insan mülksüz, varlıksız ve borçlu.

11 milyon emeklinin aylığı 10 milyon TL. 15 milyon ücretlinin yüzde 60’ının geliri asgari ücret civarında. Son Küresel Servet Dağılım Raporuna(2023) göre ülke toplam servetinin yüzde 70’i nüfusun en varlıklı yüzde 10’una, yüzde 30’u ise kalan yüzde 90’a ait. En yoksul yüzde 20’lik kesim borçla ve “yardım” la geçinmeye çalışıyor. AKP rejiminin kurumlaştırdığı “sosyal yardımlar”la kendi oy deposuna dönüştürdüğü kesimlerin “yardım” almadan yaşamaları olanaksız. Yoksulluğu kazanı patlatmadan yönetmenin düzeneklerinden biri bu.  Şık bir ad da bulmuşlar: “Sürdürülebilir yoksulluk”! 

NASIL SÜRÜYOR?

AKP iktidarının 2023 dönemecini de atlatarak sürmesini sağlayan iki ekonomi politik etmen ya da  düzenek daha var.

Birincisi, yalnız tekelci, küresel büyük sermaye değil Türkiye toplumunun kılcal damarlarına kadar yayılmış orta ve küçük kapitalistler sınıfı AKP’nin sınıfsal tabanını oluşturuyor.  Ülkemizde, kâr, faiz ve rant gelirleriyle yaşayan bir kapitalist sınıflar yelpazesi var. KOBİ’ler bu yelpazenin üretim ve istihdamdaki en önemli kolonudur. Bunlar sermaye kıtlığı, tekelci büyük sermayeyle rekabetteki dezavantajları vb. nedenlerle emek gücünü en ucuza mal etmek, elverişli koşullarda kredi kullanmak, vergiden kaçmak istiyorlar. AKP iktidarıyla bu kesimler arasındaki ilişki, geçmişten gelen ideolojik-dinsel ve kültürel bağlar nedeniyle çok güçlü. Birbirlerini var ediyorlar. Türkiye’de kapitalizmin ve gericiliğin böyle sosyolojik bir temeli var.  Özetlersek, Türkiye’deki kapitalist sınıf egemenliği, kimi zaman sosyalistlerin de ajitatif güdülerle dile getirdiği gibi öyle yüzde 1’lik bir azınlığa değil, oldukça geniş bir kapitalist sınıflar ağına dayanıyor.*

İkincisi, kayıt dışılıktır.

T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığınca yayınlanan “2023 Yıllık Ekonomik Raporda kayıt dışılık sadece “kayıt dışı istihdam” olarak ele alınıyor.  Oysa kayıt dışılık, ister yasal, ister yasa dışı olsun, devlet maliyesinde kaydı olmayan ekonomik etkinliklerin tümüdür. Kayıt dışı emek, ucuz, güvencesiz, sigortasız ve örgütsüz emektir. Orta ve küçük kapitalist için kayıt dışı ucuz emek, vergisiz gelir “nimet”tir. Ekmeği aslanın ağzında olan emekçi için ise nimet “iş”tir ! İş, mülksüzün yaşamı sürdürme koşuludur. İşsizlik ise onu düzene zincirleyen tehdit. Bu ülkede işinden olacağı için asgari ücretin artmasından kaygı duyan yüzbinlerce emekçi olduğunu unutmayalım.

Sonuç olarak, kayıt dışılık bir yandan emekçilerin, kent yoksullarının öfke patlamasına karşı sübap olurken, öte yandan küçük ve orta kapitalistlerin sermaye birikimine devam etmelerini sağlayan hayat öpücüğü işlevi görüyor. 

RESTORASYON MU, ROTASYON MU?

“Seçim ekonomisi” denen şeyi yabana atmayalım. Son iki yılda asgari ücretteki, memur maaşlarındaki, emekli aylıklarındaki artışların kapitalist rasyonelliğin değil, Erdoğan’ın iktidarını sürdürme güdüsünün ürünü olduğu açıktır. Seçimsiz geçeceği öngörülen 4 yılda bu basınç olmayacaktır. Emekçilerin, özellikle kent yoksullarının yalnız kemerlerinin değil boğazlarındaki son ilmeklerin de sıkılacağı günlere gidiyoruz. Emekten sermayeye gelir ve kaynak transferi yoğunlaşıp ivmelenecek, seçim ekonomisiyle göreli olarak yitirilen ucuz emek avantajı rehabilite edilecektir. Rejimi kurumsallaştırarak, belki kimi yönlerini yenileyerek sürdürme stratejisi izleyecekler. Her iki durumda da dinci gericiliği, ailenin kutsallığını, kadın ve emek düşmanlığını köpürtecekler. Anayasa değişikliği senaryosunu bu ambalajla sunacaklar. Burada bir parantez içi not düşelim: Dönem çözümlemesi yaparken, ABD, Rusya, Ukrayna, İsrail, Azerbaycan, Ermenistan, Suriye ve son zamanlarda özellikle Irak ekseninde yoğunlaşan ilişkileri mutlaka hesaba katmak, bunların Kürt sorunu da içinde olmak üzere Türkiye’deki tüm “iç” tüm gelişmeleri etkileyecek etmenler olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Bunlar gelecek yazıların konusu.

Evdeki hesabın çarşıya ne ölçüde uyacağı ise esas olarak iki gelişmeye bağlı görünüyor.

Birincisi, İstanbul seçim sonucudur. İmamoğlu’nun kazanması durumunda, AKP totaliter rejimi ciddi bir yara alacak, yönetememe krizi derinleşecek, 21 yılda kurulan rejimin temel direklerini sarsmayacak, emekçiler için iyileşme getirmeyecek ama Erdoğan-AKP iktidarının sonunun başlangıcı olacak çetin bir restorasyon sürecine girilecektir. Tersi olursa, Erdoğan hazırlığını şimdiden yaptığı nöbet değişikliğini, eş deyişle rotasyonu uygulamaya koyacaktır. Hakan Fidan, İbrahim Kalın ve “şimdilik” kaydıyla Mehmet Şimşek rotasyonun üç atlısı olarak öne çıkmış durumdalar. Bu seçenekte Türkiye’nin Erdoğanlı ya da Erdoğansız bir rotasyon sürecine girmesi mümkün ve muhtemeldir.   

İkincisi, önümüzdeki dört yıl için, düzenin ve rejimin yazdığı senaryoları yırtacak, olayların gidiş mantığını değiştirecek biricik gelişme, emekçilerin aktif kitle çıkışları olabilir. Böyle bir meydan okumanın hazırlığı ve örgütlenmesi ise esas olarak sosyalist birikimimizin döneme karşı ne diyeceğine, ne yapacağına bağlı görünüyor.

* Daha geniş açıklama ve tartışmalar için bkz. Haluk Yurtsever, Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk, Yordam Kitap, Eylül 2023, s. 524 vd.

Tüm yazılarını göster