Berlinli sanat tarihçi ve küratör Nadim Samman'ın Akbank Sanat'ta düzenlediği 'Akbank 36'ncı Günümüz Sanatçıları Ödülü' sergisi, 28 Temmuz'a dek izlenecek. Sergi ödül töreninde konuşan ödül seçici kurulu üyesi, Prof. Hasan Bülent Kahraman, 'Doğa bitiyor' mesajı verirken, Türkiye'de özellikle şu soru akla geliyor: Ya sanatın doğası, o ne âlemde?
Bu yıl 'günümüz sanatçısı' sıfatını taşımayı arzu eden 750
kişinin başvurduğu, Resim ve Heykel Müzeleri Derneği (RHMD) ve bu
yıl 25'inci yaşını kutlayan Akbank Sanat işbirliğinde düzenlenen
Akbank 36'ncı Günümüz Sanatçıları Ödülü Yarışması, geçen günlerde
sonuçlandı.
Bu arada RHMD'nin logosu, yine gözüme çarptı. Dernek, logosunda
ressam, arkeolog, müzeci ve Kadıköy'ün ilk Belediye Başkanı Osman
Hamdi Bey'in kurucusu olduğu tarihi 'Akademi', yani günümüz Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin (MSGSÜ) simge 'Baykuş'unu,
beyaz olmasa bile, şeffaf bir kübe benzeyen bir dikdörtgen prizma
içinde tutuyordu.
Aynı günlerde, değişim için internet üzerindeki change.org
üzerinde örgütlenen asgari 100 bin e-imza ile, MSGSÜ'nün
Beşiktaş'taki İstanbul Devlet Konservatuvar binası ise, iktidarın
resmî, 'meşru' rant iştahından, en azından bir süre daha esirgenmiş
vaziyette idi: Devlet, bu yapının 'müze' amaçlı kullanılacağı
mazeretini üniversite ve kamuoyuna 'tebliğ' etmiş olsa bile, konuyu
en az iki yıldır kamuoyuna açmak istemeyen MSGSÜ Rektörü Prof.
Yalçın Karayağız, 22 Haziran'da Gazete Habertürk'te Uzay Kesmen'e
şu beyanda bulunmuştu:
"Bu, iki yıllık bir süreç. Ben çok fazla kamu ve devlet
kurumları karşı karşıya gelmesin diye, bu olayın fazla
duyurulmasını istemedim. Bugüne kadar yapılan bu yanlışın
düzeltilmesini bekledik. Bu 1,5 yıllık süreçte biz ne söylediysek,
karşı taraf hep sessiz kaldı. Şimdi de bir tebligat gönderdiler.
Dolmabahçe Sarayı Müştemilatı Baltacılar Dairesi'nin müze olarak
kullanımına devam etmesi isteniyor. Ancak o bina, tarihinin hiçbir
döneminde müze olarak faaliyet göstermemiş."
Her neyse, 'üstümüze vazife olmayan' şeylerden söz etmeyelim ve
gelin, asıl konumuza dönelim biz.
Oğulcan Sürmeli - Çıkış
Yollarından Biri
Ayşegül Coşkun ve Faik Aşkın'ın özverili emekleri eşliğinde,
Akbank Sanat ve RHMD imzası ile, geleceksel kaygılarla yapılan
geleneksel projeyle ilgili serginin açılışı, İstanbul İstiklâl
Caddesi girişinde yer alan ve Derya Bigalı idaresindeki Akbank
Sanat Merkezi'nin giriş ve ilk katında, içkili, kanepeli, kalabalık
bir ödül töreni eşliğinde yapıldı.
Nur Pınar Özen - The
Cloud
Ayşe Nilden Aksoy, Batuhan Keskiner, Berkay Yaşar, Gül Akpınar,
Gülçin Karaca, Hasan Mert Öz, Hatice Artüz, Kaan Fıçıcı, Meltem
Begiç, Mert Acar, Merve Vural, Nur Pınar Özen, Oğulcan Sürmeli,
Seher Uysal ve Zeynep Kaynar’ın eserleri, etkinlikte sergilenmeye
hak kazandı.
Akbank Sanat girişindeki, rutin X-ray güvenlik kontrolü sonrası
ücretsiz gezilebilen sergi 28 Temmuz'a dek yer alırken, sergiyi
Berlinli sanat tarihçi, küratör Nadim Julian Samman hayata geçirdi.
Yarışmada eserleri övgüye, anılmaya eşit ölçüde değer bulunan
Atilla Galip Pınar, Berna Dolmacı, Hasan Mert Öz ve Levent Yıldız
ise, naif birer şeffaf cam plaket / ödül kazandı.
Berna Dolmacı - Kayran
Glade
Doğrusu ben, University College - Londra'da felsefe eğitimi
almış, Courtauld Sanat Enstitüsü'nde doktora yapmış genç, yakışıklı
küratör Samman'ın (nadimsamman.com) niye 'sadece bu sergi'ye
seçildiğini anlamakta biraz zorlandım. (Herhalde Türkiye'deki, tüm
nesillerden küratörlerimize, bu proje için hiç kuşkusuz ulaşılmıştı
ve bu girişim sürecinde pek çoğu, yazık ki çok meşgul olmalıydı.)
Dahası, Samman'ın kendisi, Foreign Policy dergisi tarafından, ta
2014 yılında öne çıkarılmış '100 Küresel Düşünür'den biriydi.
Yetmezse, Samman 2015'de lezzetli bir 'simülasyon' örneğini,
'Antarktika Pavyonu'nu önce Venedik Bienali'ne, oradan iki yıl
sonra ise, düpedüz bienal 'kurumu'nu yüzer bir organizasyonla
taşımak üzere, Antarktika'ya, sanatçı Alexander Ponomarev'in fikri
vesilesi ile alabildiğine eko - küresel ve
entelektüel-liberal-girişimci yaklaşımıyla ithal etmiş biriydi.
Lafı şuna getiriyorum: Aslında Nadim Samman, kültürel - küresel
aktör imajı ve mevcut CV'sini arkasına pekalâ büyük bir haklılık ve
özgüvenle alıp, kavramsal metni, içeriği daha da tamamen kendine
has bir sergiyle, yine Akbank Sanat'ta karşımıza da
çıkabilirdi.
Bu ödül ve sergiyle ilgili basın bülteninden, 'Yüreği Etkileyen
Haklı Güç: Tutku' isimli sergi ile yarışmasında jürinin Samman'ın
yanı sıra, akademisyen, eleştirmen Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman
başta gelmek üzere, sanatçı ve akademisyen Erdağ Aksel, Gönül
Nuhoğlu ve Derya Bigalı'dan oluştuğunu öğreniyorum.
Geçen yılki küratörlüğünü Kahraman'ın yaptığı ve bu yılki ana
ödül sunuş konuşmasını da yine Kahraman'ın üstlendiği sergi,
özellikle, Samman'ın yapıtların 'ifade alanlarını' birbirlerine
düşman kılmayan mekânsal sürpriz-güzergâhları ve yapıtların imgeyi
'tüketim' sabrımıza dair zamansal 'anlayışlarıyla' dikkatimi
çekiyor. Eserlerin pek çoğu kendilerini nankör olmayan bir netlik
ve samimiyetle tanıtıyor, bir çok video düzenleme de 'insan
ölçeğindeki' uzunluğuyla takdir topluyor.
Prof. Kahraman, Akbank Sanat'taki ödül töreni ve serginin
açılışında şu konuşmayı yapıyor, işitiyor ve not alıyorum:
"...36 yıl demek, bugün burada bulunan, bu yarışmaya katılan
insanların ortalama ortalama yaşlarının iki katına yakın bir zaman
demek. İki kuşak demek. Ve yine, Derya Hanım'ın belirttiği gibi,
bugün Türkiye'de sanat dünyasında önde görünen hemen herkesin
geçtiği bir sergi zinciri demek.
Türkiye kurumlarını yaşatabilen bir ülke değil. Bugün başlayan
şey, yarın yarım yamalak bir biçimde sona eriyor. 36 sene devam
eden bir kurum oluşturmak, bir alanın hafızasını kurmak bakımından
olağanüstü değerde ve önemde. Her şeyden önce bu atılımı
gerçekleştiren Leyla Belli Hanım'ı, aramızda olmasa bile, saygı
ile, sevgi ile anıyorum ve kendisine saygılarımızı bu vesile ile
sunuyoruz..."
Vaktiyle, yerli bir teknoloji marketinin giriş katında, 12 Eylül
1980 askerî darbesinin eski Genelkurmay Başkanı, Yedinci
Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in de, yağlı boya eserlerini 1993'te
çatısı altında izlediğimiz Akbank Sanat, bu sözünü ettiğimiz kurum.
Bunun üzerine Beral Madra ve bir grup sanatçının, 25-26 ve 27 Kasım
1993'te protesto maksatlı 'Atsanat' sergisine vesile olan kurum. Bu
konuda Ali Artun imzalı çok değerli bir araştırmayı da yeri
gelmişken buradan okumanızı
öneriyorum.
A, Akbank Sanat ve küratörlük demişken, büyük bir gaf/skandal
ile rafa kaldırılan ve başında fikir olarak son derece beğendiğim,
lakin her nedense 'gelenekselleşemeyen' 2012-2016 tarih aralıklı
Uluslararası Küratör Yarışması'nı da burada anmadan geçemiyorum.
Konuyu anımsamak isteyen, bu hususta Evrensel gazetesi arşivinden faydalanabilir
de.
Esas konumuza dönecek olursak, 36'ncı Günümüz Sanatçıları
sergisindeki işlerin içeriklerinden çok, teknik yaratıcılık
arayışlarının önde oluşu, birbirleri arasında hüzünlü bir sırdaşlık
olduğu, sanki bazı şeyleri dosdoğru söylememek üzerine anlaşmaya
varıldığı duygusu uyandırıyor bende. Bu yüzden de kendimi, Doğu
Bloku Avrupa'sı veya eski SSCB dönemi, avangart, soyut eğilimli
genç sanatçılar sergilerindeymişim gibi hissediyorum.
Tamam, genç yetenekler adına sanat denilen ifade ve biçim
bütünlüğü konusunda, yetenek ve arayış için ellerinden ve
akıllarından, yüreklerinden geleni yapmış görünüyor. Ama yine de,
kendimi sergi boyunca 'bir sergide olduğum' ve bazı meselelere
bulaşmamam gerektiği şeklindeki o resmî ve korunaklı, disiplinli,
steril, diplomatik dokunulmaz, denetimli histen kurtaramıyorum.
Elbette her serginin insan hayatını kurtarıp, yazgıyı
şekillendirmesi de gerekmiyor biliyorum, ama böyle... Hele de, -
ilginç bir kesişme ile, Sabancı Müzesi ve ana sponsor Akbank
markası ile - İstanbul ve Mardin'e çağrılmış - ve kendisi de tıpkı
Akbank Sanat'taki bu serginin küratörü gibi, Berlin de yaşayıp
çalışan -'göçmen' küresel şöhret Ai Weiwei'nin bizzat 15 Kasım
2017'deki PEN International çıkışlı 'Hapisteki Yazarlar Günü'nde
destek mesajında bulunduğu, Diyarbakır Cezaevi'nde bir yılı aşkın
süredir tutuklu bulunan Kürt ressam ve gazeteci Zehra Doğan'ın
parmaklarıyla ve bulabildiği tüm organik/inorganik renkleri gazete
kâğıtları üzerine sevk ederek yaptığı figüratif dışavurumcu günce -
resimleri düşünecek olursak... Doğan bilindiği gibi kahve, meyve ve
sebzeler ile bedeninden faydalanarak ürettiği özgün renkleri,
çalışmalarına katık ediyor.
Zehra Doğan
İki yıl dokuz ay 22 gün ceza alan Doğan için yakın zaman önce
de, gizemli eylemci-sokak ressamı Banksy, ABD'nin New York kenti
Manhattan bölgesinde bir duvar resmi üretmiş, Uluslararası Kadınlar
Medyası Vakfı (IWMF) ise, Doğan'ı 2018 ödülüne değer bulmuştu.
Bununla ilgili tören ise bu yıl ekim ve kasım aylarında New York ve
Washington D.C.'de yapılacak. Öte yandan sanatçının yapıtları,
eylül ve ekim aylarında da Fransa'nın Bretagne bölgesindeki 'Başka
Dünyalar Festivali'nde sergilenecek.
Bu ilişkileri bana en çok hatırlatan Akbank Sanat yarışma
sergisi eseri ise, tekniği ve yaklaşımıyla, yine Sabancı
Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü'nde
eğitim görmüş, 1992 Samsun doğumlu Zeynep Kaynar'ın dev gözlü bir
balığı betimlediği 'Amorfi/Kolimban' oluyor. Kaynar'ın yapıtı yine
gazete kâğıdı üzerineydi, ancak ne kadar soyut ve özgürse, Doğan'ın
yapıtı bir o kadar somut ve tutsak, ama yine de gözler önünde bir
vaziyetteydi.
Ayşegül Coşkun, Gönül Nuhoğlu,
Nadim Samman, Berna Dolmacı, Hasan Bülent Kahraman, Derya Bigalı,
Atilla Galip Pınar, Hasan Mert Öz, Levent Yıldız
Akbank Sanat'taki açılış gününden olacak, yeni düzenlenmiş
mekâna özgü taze halı-tekstil kokusu ve yer yer gizemli karanlığın
eserlere ambiyans hatırına refakat ettiği, mistik bir güzergâhla
gezdiğim ve en çok da, teknik anlatım yeteneği çeşitliliği ile
kendini belli etmeye gönüllü sergi, küratör Samman için ise şunları
ifade ediyordu; sergi kitapçığından olduğu gibi alıntılıyorum:
"Yüreği Etkileyen Haklı Güç: Tutku” temalı sergiye dahil
eserlerin konumlanmaları üzerinden bir dizi güncel mesele de
irdeleniyor. Yeni teknolojilerin öğrenme şekillerimizi, neler
bildiğimizi ve nasıl hissettiğimizi etkileyerek gündelik yaşamı
nasıl yeniden tanımladığı konusundaki düşünceler, bu eserler
kapsamında ele alınan, belirgin bir biçimde göze çarpan bir konu.
Buna ek olarak, giderek temsiller üzerinden yaşayan bir kültürde.
mekânsal anlamda yer ve peyzajın akıbeti konusunda tam da doğru
zamanlamayla yapılan değerlendirmeler karşımıza çıkmakta. Kapsamca,
bu eğilimlerin her ikisini de aşan ve daha kalıcı kaygıları kayda
geçiren, dil ve anlam kurma konusunda araştırmalar da mevcut,
sergide. Ayrıca, telkin ve tesirin gücü ile meşgul olan çalışmalar
da bulunmakta."
Kaan Fıçıcı - Çağlar Boyunca
Yankılandı 2
Özge Gençel'in de Hacettepe Üniversitesi'nde Yüksek Lisans tezi
olarak sunduğu 2014 tarihli akademik metninde belirttiği gibi,
Günümüz Sanatçıları İstanbul sergileri (GSİS), Türkiye'de güncel
sanat hafızasının üretim ve devamlılığı açısından önemli,
saygıdeğer bir yere sahip. Gençel bu konuda söz gelimi, mukayeseli
olarak şu örneklere başvuruyor: Bülent Şangar (12., 13., 14.),
Aydan Murtezaoğlu (14.), Esra Ersen (14., 15., 16.), Gülay
Semercioğlu (14., 15., 16., 18.), Genco Gülan (14., 15., 18. GSİS),
Yasemin Baydar (15., 16.), Elif Çelebi (16.), Ferhat Özgür (17.,
21. GSİS), Halil Altındere (18.), Şener Özmen (18.), Ahmet Elhan
(18.), Başir Borlakov (18., 20., 21.), Canan Şenol (19.), Cem
Gencer (19.), Demet Yoruç (19.) 1990’lar boyunca GSİS’ye katılmış
genç isimlerdendir. (Parantez içindeki sayılar, sanatçıların
katıldığı Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergilerini belirtiyor.)
Bu etkinliğin tarihselliği, ona katılan jüri üyelerinin geçici
de olsa yan yanalığı ile kendini hissettiriyor. Prof. Kahraman
kadar, Kaya Özsezgin, Vasıf Kortun, Fulya Erdemci, Başak Şenova,
Adnan Yıldız, Derya Yücel, Emre Baykal, Marcus Graf, Beral Madra,
Necmi Sönmez ve sanat Dünyamızdan Füsun Onur, Cengiz Çekil veya
Aydan Murtezaoğlu ya da Nilgün Özayten, Adnan Çoker gibi nice kuşak
- imzanın, farklı yıllara ait etkinlik jürilerinde gerek baş başa
ve gerekse bağımsız olarak yer almış olmasını, meslekî dayanışma ve
demokratik diyalog iklimi açısından ibretlik bularak, çok
önemsiyorum. Bu konuda saygı ve hayretle karışık izlediğim bir
diğer figür de, arşiv-bellek duygusuna yönelik duyarlığıyla olduğu
kadar, eylemci-üretken tavrıyla da pek çok yarışmaya da ter döken,
sanatçı Yusuf Taktak.
Öte yandan, akademisyen Prof. Burcu Pelvanoğlu da, bu 'ekol'
yarışma/sergi fenomenini üç ayrı metinle lebriz.com isimli internet
kaynağında kayda ve analize girişirken, yazı serisinin son
diliminde, şu önemli eleştirel detayları bizimle buluşturuyor:
"Gerçekten de, çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir düzenlenen Günümüz
Sanatçıları İstanbul Sergileri, Türkiye’deki sanat ortamının
gündemini ortaya koymak, ilk düzenlendiği mekân olan İstanbul Resim
Heykel Müzesi koleksiyonuna yapıt kazandırmak gibi iyi niyetli bir
girişim olarak işe başladıysa da, sergi, yapısal bir sürekliliği
tutturamamıştır. Serginin seçici kurullu sistemden küratöryel
sisteme geçmesi, uluslararası küratörlerin seçiciliğinde
düzenlenmesi ve uluslararası bir nitelik kazanması, ardından
yeniden ulusal niteliğine dönmesi, çok küratörlü sistemden tek
seçicili sisteme geçmesi ve ardından tekrar çok küratörlü sisteme
geçiş ya da küratörlerin/seçicilerin önerdikleri kavram/tema
çerçevesinde düzenlenmesi –kavramsız/temasız düzenlenmesi gibi çok
değişken bir yapıya bürünmesi, serginin güncel sanata ayak uydurma
çabası olsa da, beraberinde bir istikrarsızlığı getirmiştir.
Yapısal sürekliliği tutturamayan ve istikrarsız bir çizgi izleyen
Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergileri, bugünkü haliyle
başlangıcındaki öncü niteliğinden uzaklaşmış ve günümüz sanatının
dinamiklerini, günümüz sanatçısının yaratıcılığını ve günümüz
sanatının dinamiklerini ortaya koymaktan uzak bir hale
bürünmüştür."
Pelvanoğlu'nun RHM için eser toplama amaçlı bu etkinlikle ilgili
tespitleri, ilgili yapıların günümüzde Devlet ile kamu çıkarı
arasında sıkışmışlığı ve yuva tehdidi yaşaması bir yana, sansür ve
Devletin 'Milli Saraylar Koleksiyonu' adı altında kendine özgü
'sanat hafızası' üretme eğilimi de (yeni Yeditepe Bienali'mizin de
nefesiyle düşünüldüğünde) oldukça manidar ve uyarıcı görünüyor.
Bilindiği gibi 1937'de Atatürk'ün talimatı ile müzeye dönüştürülen
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi de, ilgili yapının T.C.Başbakanlık
ofisine dönüştürülmesi ve içindekilerin de Millî Saraylar bünyesine
alınması sebebiyle 10 yıldır mevcut değil.
Bunca değini üzerine, Akbank Sanat'taki 'tutku' temalı sergiden
insanın içinde bir nebze bile olsa değişim ve samimiyet ile
koşulsuz, oto sansürsüz ifade özgürlüğü tutkusu bırakan işlere
baktığımda ise, naçizane şu isimleri, gelecek tüm işlerine büyük
bir merak ve inançla - gelişigüzel- sıralayabiliyorum:
Hatice Artüz, 'Bayat', video düzenleme, Gazi Ünv. Güzel San.
Resim Böl. (1987 Ankara), Meltem Begiç (1989 Batman), Batman Ünv.
Güz. San. Fak. Resim Böl., 'Bêdengî /Sessizlik', yerleştirme, Berna
Dolmacı (1994, Konya), Dokuz Eylül GSF Resim Böl., 'Kayran', atık
kâğıt üzerine karışık teknik, 2017, Berkay Yaşar (138 Darbe),
Marmara GSF Resim Böl., video, 2'41" ve Ayşe Nilden Aksoy,
Yüzleşme, Suluboya kâğıdı üzerine baskı, 2018, Yıldız Teknik Ünv.,
Sanat ve Tasarım Fak., Fotoğraf ve Video Böl., (1983 Ankara)
Sözü yine ödül akşamı mikrofonu elinde tutan Kahraman'a
bırakalım:
“Hegel, Estetik kitabında bu kavramı ‘pathos’ olarak
tanımlıyordu. Pathos iyiden iyiye düşünülmüş, tasarlanmış bir
kararla bütünleşemezdi. Tutku kendiliğinden, bazen ani, beklenmedik
bir yıldırım gibi inen şeydi. O nedenle mesela Tanrıların ‘pathos’u
olamazdı. Pathos insana özgüydü. Ama tutku sadece bir duygu da
değildi. İnsanın tüm yüreğini sarar pathos ve ona nüfuz eder. Özsel
ve ussaldır. Ve tutku sanatın asıl merkezini, gerçek alanını
oluştururdu. Doğa tutkuya dışsaldı. Sanat doğayı ancak bir tasarım
ögesi olarak, sembol olarak kullanmalıydı. Yirminci yüzyılın sanatı
belki de tam bu Hegelci noktadaydı. Mimesisin öldüğü, gerçeğin daha
önce ‘yapılmış’ gerçeklikte arandığı bir dünyada sanat kendi içine
kapanıyordu; daha doğrusu yeni bir gerçekliğe ve bu nedenle sanat
yapıtı kendinde sonlu bir anlama erişiyordu.O zaman neydi bu sanat?
Sadece tutkuların oluşturduğu bir evren mi? Oysa Hegel buna
karşıydı. Tutku sadece çılgınlık anlamında bir tutku olmamalıydı.
Ussallıkla bütünleşmeliydi. ‘O’ sanat ussal ve tutkusal olmalıydı.
Ve bu nedenle tragedyalar ve komedyalar salt çılgınlık olarak tutku
içerir. Şimdi daha da vahim bir noktadayız. Doğa bitiyor. O zaman
sanat sadece ussal bile olsa, tutkularla mı üretilecek? Ve tutku
sadece insanın kendi gerçekliğinde mi doğacak ve yaşayacak?Nerede
duruyoruz? Yeni bir sanatın eşiğinde miyiz yoksa eski bir sanatın
kapısından mı çıkıyoruz?”
Batuhan Keskiner -
Ålesund
Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı, aynı üniversitede
İletişim Fakültesi İletişim Tasarımı Bölüm Başkanı, T.C.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı, WWF - Dünya Doğayı Koruma Vakfı
Türkiye Mütevelli Heyeti üyesi, eleştirmen, küratör ve Profesör
Kahraman'ın sözleri arasında, çok önemli bir cümlecik batıyor göze.
"Doğa bitiyor" diyor Kahraman bizlere.
Bunun sorumlusu kim? Biz insanlarız, değil mi?
Sanatın da doğasının tehdit altında olup olmadığını, içindeki
demokrasi, özgünlük ve özgürlük seviyesiyle, tutku yoksunluğu veya
estetik zorunluluk, sıradanlaşma gibi hayalet dayatmalar
vesilesiyle, çırılçıplak anlayabiliyoruz. Ötesi, sansür veya
oto-sansüre giriyor.
Veya sanatçı, hatta sırf sanatçı da değil, yazar, küratör,
editör, yapımcı, kültür endüstrisinin irili ufaklı tüm emekçileri,
inanmadığı halde, karnı, koleksiyoneri ya da kredisini, ama en
sinsisi egosunu doyuracak türlü sıfat, proje veya görsellerin
dilsiz, gönüllü kulu haline geliyor... Sırf birileri istedi,
beğendi diye yeteneğini şeyleştirirken, kendisi de sağdan sola
sürüklenen bir tasarım cihazından farksızlaşıyor. Üstelik bu,
'şöhretli' olduğu sırada da kabullendiği bir hayat tarzına
dönüşebiliyor. Özgürlüğün, insanlığın, duyarlığın vb. nice değer ve
içgüdünün bizzat kendi bir kostüm, bir klişe, nesne halini alıyor.
Bunların üreyip türediği bienal, fuar, yarışma ve tematik sergiler
ise, açık kavram ve yetenek pazarları haline getiriliyor. Bunları
söylerken, alanın basın ve eleştiri cenahında yirmi yıla varan
emeğim ve gözlemlerimle, iğneyi en fazla da kendime batırdığımdan
hiç kimsenin kuşku duymasını istemem.
Geçmiş yıllara oranla, 36 senelik böylesi bir yarışmaya 2017'de
yüzlerce genç sanatçı başvuruyorsa, bunu hem iyimser, hem de
kötümser bir gözle yorumlamakta hayli büyük fayda bulunuyor. Bunun
farkındalığının garantisi, nitelikle niceliği karıştırmamaktan
geçiyor.
Bu kadar 'çok' başvurunun yapılması, Türkiye'de sanat alanında
yaşanan veya yaşatılmak istenen, sanat eğitiminin de özel ve
kamusal sıkışmışlık arasında yıprandığı yarışmacı - rekabetçi
'piyasa'nın ürkütücülüğünü hissettiriyor bize. Sistem, yüzyıllardan
beri, sanat okullarına girişler dahil, hepimizi yarıştırıyor veya
yatıştırıyor. Öyle ki, iletişimsizlik sebebiyle korunma amaçlı
olarak sığındığı kendi zekî, gizil soyutluğunda mecazen sarhoş
olup, içinde bulunduğu Dünya ve topluma yabancılaştıkça,
yabancılaşıyor da. En büyük tehlike de burada kendini belli ediyor.
Yapıtın izleyiciyle dargınlığı katlanıyor. Bununla birlikte
sanatın/sanatçının kendi içindeki evrimi ve tarihi de, tüm
zenginliğini yine bu inkâr, bu arayış içgüdüsüne borçlanıyor. Tam
ironi.
Ama, yine bu kadar çok başvurunun yapılması, kendini kültür -
sanat üzerinden özgür ve özgünce ifade etmek, bu şekilde kendini
gerçekleştirmek isteyen yüzlerce gencin varlığına da delil teşkil
ediyor.
Hâlâ o gençler kadar umutluyum. Hepsi kendini çok iyi biliyor.
Tam da bu yüzden onlara güveniyorum. Bir çoğunu bir parkta
görmüştüm. Doğa için, kendi doğaları için, dolaylı dolaysız
gözyaşları içinde ve omuz omuza idiler. Tek sermayeleri
birbirleriydi ve doğanın tek sermayesi de yine yalnızca
onlardı.