3'üncü Dünya Savaşı kapıda mı?

Bütün göstergeler insanlığın yakın bir dünya savaşının tehdidi altında olduğunu gösteriyor. Peki ne olacak? Ne yapacağız? Öncelikle kendi evimizi temizleyeceğiz.

Abone ol

Mahmut Üstün

Her ne kadar savaşan devletler "vatanın çıkarları", "terör tehdidi", "bağımsızlık", " diğer halklara yardım" gibi "soylu" gerekçeleri öne sürseler de, savaşların arkasındaki neden kural olarak çok "duygusal"dır: Para... Bugünün diliyle konuşacak olursak, yeni pazarlar elde etmek ve hegemonyayı yerelden evrensele taşımak... Tıpkı yerel savaşlar gibi dünya savaşının arkasındaki temel nedenler de pazar paylaşımı ve hegemonya tesisidir.

Dünya savaşının kendine özgü öne çıkan ayırıcı dinamiği ise emperyalist hegemonya krizinin varlığıdır. Lenin'in devrimci durum ile ilgili tanımından esinlenerek söyleyecek olursak, eğer mevcut hegemonik güç eskisi gibi yönetemiyor, alt hegemonlar da artık eski hiyerarşi altında yönetilmek istemediklerini eylemleriyle açık biçimde ortaya koyuyorlarsa, yeni bir dünya savaşının eşiğindeyiz demektir.

Bugün karşı karşıya kaldığımız tablo tam da bu tanımlamaya uygundur.

İki kutuplu dünyada ABD ve SSCB eksenli "dünya savaşı" gerek nükleer caydırıcılık faktörü, gerekse pazar sorununu çözmenin bu denli zor ve yaşamsal olmaması ve gerekse bölgesel devletlerin kutuplardan özerk hareket edememesi nedeniyle iki süper gücün açıkça karşı karşıya gelmekten imtina ettiği yaygın ama yerel savaşlar biçiminde tezahür ediyordu.

SSCB blokunun dağılmasıyla eski Doğu Avrupa pazarlarının kapitalist dünyaya açılması hegemonya krizinin ötelenmesine yol açtı ama bu rahatlatıcılık sona erdiğinde, iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle serbest kalan çelişkilerin dipten dibe hegemonya krizini ve yeni bir dünya savaşı olasılığını güncelleştirdiği çok daha görülür hale geldi.

ABD yeni pazarlar elde etmekte zorlanmak bir yana kendi iç pazarı da dahil mevcut ekonomik egemenlik alanlarını dahi koruyamaz hale geldi. Afrika hariç tüm pazarlar limitini doldurdu. Açlığın ve süreğen savaşların coğrafyası Afrika kıtasının pazar haline gelmesi ise yeterli talebin ve göreli istikrarın yaratılmasına bağlı olduğu için, zaten kaynak krizi yaşayan kapitalist dünya için ek ve yüksek maliyet demekti.

Geriye kalan tek çare savaştı bu koşullarda. Savaş hem rakip pazarları elde etmek, hem silah sanayiyi (silah üretimi ve satışını) canlandırmak aracılığıyla yaşanan pazar sıkıntısına nefes aldırmak açısından mecburi istikametti.

Dahası kendine bakir pazarlar bulamayan emperyalizm açısından savaş eski ve “dolu” pazar alanlarını “boş” pazar haline dönüştürmenin de bir yoludur. Savaş aracılığıyla ülkelerin sanayisi, tarımı, kentleri, altyapısı yerle bir ediliyor, ülkeler emperyalist sermaye için adeta sıfırlanmış bakir bir pazara dönüştürülüyor. Yabancı sermaye Irak’ı, Libya’yı ve Suriye’yi yeniden imar etmek ve “kalkındırmak” için yıkımın ardından bu ülkelere seferler düzenliyor... Bu yüzden o ülke iyice çökertilip elverişli bir pazar haline gelene kadar savaşlar bitmiyor, bahaneler değişiyor ama savaş gerçeği baki kalıyor…

Söz konusu olan dünya hegemonyası için kızışmış bir rekabet ve çatışma ise, bu çatışmanın en temel ve öncelikli alanının Ortadoğu olması da değişmez bir başka gerçektir. Elbette Ortadoğu’nun hem bir enerji kaynağı hem de köprüsü olması bunun önemli bir nedenidir. Ama bu ekonomik etkenin yanı sıra bir diğer stratejik etken Ortadoğu’nun tüm dünyaya bağlanan Orta Dünya olmasıdır. Tarih boyunca dünya hegemonik hiyerarşisini Ortadoğu’daki güç ilişkilerine bakarak yanılma payı en düşük biçimde saptamak olasıdır. Ortadoğu’da en güçlü olan dünyanın da lideridir. Gücünü yitirmeye başlayan ülkelerin düşüşü Ortadoğu’daki yenilgileriyle tescillenir. Osmanlı gibi, SSCB gibi ve bugün ABD’nin yaşamakta olduğu gibi…

ABD tüm sayılan nedenlerin yanı sıra “dünyanın efendisi hâlâ benim” demek, bu anlamda güç gösterisi yapmak amacıyla bugün Ortadoğu’da… Ama ilk başlarda işler planladığı gibi gitse de, Suriye’de “evdeki hesap çarşıya uymadı”. Suriye politikası sarpa sardıkça hem Rusya Ortadoğu’da gücünü artırdı, hem de ABD’nin devletsel ve çetesel ittifakları da “ipe un sermeye” başladı. ABD’nin Avrupalı ve bölgesel “dostları” Soğuk Savaş yıllarındaki “sadakat” döneminin bittiğini kanıtlar biçim de “merkezkaç” etkisi gösterip, ya ABD’ye destekten uzak durdular ya da ve ötesi kendi başlarına ABD’ye rağmen ve ABD hegemonyasını da zayıflatan işlere giriştiler. Sonuçta ABD yalnızca İngiltere ve Fransa’nın açık desteğiyle etkisiz “göz boyama” hamleleriyle uğradığı güç kaybını tescil eder hale geldi.

Peki ABD’nin Suriye’ye yönelik füze saldırısının kof bir danışıklı dövüş çıkması dünya savaşı ihtimalini azaltan bir işaret midir? Bunu dilerdik ama ne yazık ki öyle değil, hatta tam tersine bir işarettir.

Her ne kadar Rusya-Çin blokunun mevcut güçleri ABD ile kesin hesaplaşma için henüz yetersizse ve ABD henüz ilk adımda hegemonyasını kaybedecek kadar güçsüz değilse de, savaş olasılığını belirleyen dinamikler böylesi “makuliyetler”le beslenmez. Yerel savaşlar değil ama genel savaşlar tıpkı devrimler gibi “en makul”, “en olgun” hali bekleyen değil o makuliyet ve olgunluğu yaratmak/hızlandırmak için “erken” harekete geçen dinamiklere sahiptir. Bu yüzden hem büyük savaşlar hem büyük devrimler çok sıradan/ yüzeysel nedenlerin tetikliyiciliğiyle aktörlerinin bile beklemediği, karar için düğmeye basmadığı bir anda “patlak” verirler. Zira her ikisi de kaosun, yani denetlenebirliğin ve öngörülebilirliğin minimize olduğu bir sürecin meyveleridir.

Trump’un “çapsız” ve ciddiye alınabilirliği düşük bir siyasetçi olması da, bazı yazarlarca iddia edildiği gibi onun savaş naralarının ciddiye alınmaması için bir karine teşkil etmez. Yine tam aksine bu tür cahil, öngörü yoksunu ama hamaset erbabı “kurnaz” siyaset simsarlarının sayıca çoğalan biçimde pek çok ülke iktidarında boy göstermeleri bizatihi bir kaos ve savaş işaretidir. Bu liderler artan ve çözülemeyen sorunlar yumağının ürünleridir. Alamet-i farikaları halklarını ülkelerinin iç ve dış düşmanlar marifetiyle krize süreklendiğini ve ancak güçlü ve kararlı bir liderlikçe ülkelerinin yeniden eski büyük/şanlı günlere döndürülebileceğine inandırmaktır. Militarist bir dil en temel ortak özellikleridir. Maksatlı bir çarpıtmayla “popülist” olarak nitelenen bu liderler, bugünün Hitler ve Mussolinileridirler, yani basbayağı faşisttirler. Yalnızca ABD’de değil pek çok Avrupa ülkesinde ve tabii ki bölge ülkelerinde bu türden çapsız savaş hamasetçisinin iktidarda olması tesadüf değildir.

Savaşın ayak seslerini güçlendiren diğer iki unsurdan birisi son füze şovunun Rusya ve Çin’de bir güven artışı ABD'de ise tersine bir moral bozukluğu ve panik artışı yaratacak olmasıdır. ABD’nin küresel ve bölgesel ittifaklarını harekete geçiremediğini görmenin de moraliyle Rusya ve Çin daha “büyük” ve riskli hamlelere yönelebilecek, ABD’de ise aynı gelişmeler “tez elden etkili müdahale edilmezse iş işten geçecek” yaklaşımını besleyecektir.

İkinci faktör ise hegemonya boşluğunun bölgesel aktörlerdeki merkezkaç eğilimini güçlendirmesi, alt emperyalistleşme rüyasıyla bu ülkelerdeki Hitlerciklerinin bölgede serseri mayın işlevi görmesi, dengesiz çıkışlarıyla dünya savaşını kıvılcımlama olasılığın giderek artmasıdır.

Bütün göstergeler insanlığın yakın bir dünya savaşının tehdidi altında olduğunu gösteriyor.

Peki ne olacak? Ne yapacağız? Öncelikle kendi evimizi temizleyeceğiz. Savaş iktidarından kurtulmak, Kürtlerle iç barışı sağlamak, bölge ülkeleriyle barış eksenli ilişkiler kurmak, savaşın ana tarafı olan emperyalist güçlerle savaş temelli birlikteliklere girilmesinin önüne geçmek zorunlu ilk adımlardır. Evimizi temizlerken önce bölgenin sonra dünyanın barışsever güçleriyle birlikte mücadele olanaklarını öreceğiz. Fakat tüm bunları sermaye ve devletten medet umarak başaramayız. Halka dayanan bir Emek ve Barış Bloku şart…

Evet çok zor… Ama mecburuz ve imkansız değil.