“Nasıl oldu da bugün ilmin neredeyse her alanında böylesine geriye düştük, bizden ilham alarak yola çıkanlar şimdi fersah fersah önümüze geçmişken nasıl oldu da biz bugün sahip bulunduğumuz mirasımızın bile farkına varamaz hale geldik?”
Bu sözler haftalardır hükümetin talimatı ve güdümündeki yeminli vuruş takımının cansiperane çabalarıyla “terörist” ilan edilmeye çalışılan Boğaziçili akademisyen ya da öğrencilerden birine ait değil. Sözlerin sahibi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. 22 Aralık 2019’da Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenen İlim Yayma Ödülleri Töreni'nde yaptığı o konuşmada tersine beyin göçünün özendirilmesi için salondaki yerleri – aynı atandıkları üniversitelerdeki yerleri gibi- politik önceliklerle itinayla belirlenmiş akademisyenlere çağrı yapıyor.
Yetmiyor, o toplantıdan yaklaşık iki ay sonra Erdoğan Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nu aynı gündemle topluyor. Beştepe’nin İletişim Başkanı toplantının Türk bilim insanlarının yanı sıra dünyadan bilim çevrelerinin Türkiye'ye çekilebilmesi hususunda geliştirilebilecek politikaların ele alındığı duyuruyor. Yani geçen sene tam bu zamanlarda Erdoğan hükümetinin gündemi son 10 yılda Türkiye’den kaçar gibi gitmek zorunda bırakılan beyinlerin geri kazanılması imiş.
Ve fakat bir sene pek uzun zaman! Bugün aynı hükümet henüz gitmemiş/gidememiş olan kim varsa onlara da valiz toplatmak için var gücüyle bastırıyor adeta. Boğaziçi’nde en basit demokratik hakları için bahçede toplanıp şarkı söyleyip slogan atmaktan öteye geçen tek eylemi olmayan gençler üzerinden yapılan “vatan hainliği” tanımının isinin pasının on yıllar daha ülkenin üzerinden kaldırılamayacağını umursamadan, hoyratlığın dibine vurarak.
Türkiye’nin tartışmasız en iyi eğitim kurumlarından birine taammüden yapılanları göğsüm sıkışarak izlerken, bir önceki vartada ülkeden çıkıp gitmek zorunda bırakılan oyuncu Memet Ali Alabora’nın, Britanya’nın Galler bölgesindeki S4C kanalında bugün yayınlanmaya başlayacak bir dizide (Fflam) rol aldığı haberine denk geldim. Galce yayın yapan yerel bir kanal için çekilen bir dizide Alabora nasıl oynamıştı ki?
20 sene önce Galler’in başkenti Cardiff’te yüksek lisans yaparken iki arkadaşımla paylaştığım öğrenci evinde çeken üç beş kanaldan biri olan S4C ile Alabora’nın yollarının nasıl kesiştiğini kendisine sormalıydım. Onlarca ortak ahbaba rağmen daha önce hiç tanımadığım Alabora ile geçen hafta sonu Zoom’da sohbet ettik. Konunun beyin göçüne bağlanmasını ben de o da tercih etmezdik. Ama…hayat!
Yeni hayatın sana 40 yaşından sonra Galce öğretmiş anlaşılan.
Galceyi öğrendim diyemem. Galce ile İngilizcede yürüttüğüm hayatı yürütemem. Ama dün mesela bir işle ilgili bir mesaj geldi, bütün mesajı anladım. Orada kendimle gurur duydum. Burada oynadığım ilk dizide (Keeping Faith) oynadığımda söylediklerimden neredeyse hiçbir şey anlamıyordum. Fonetik olarak taklit etmeye çalışıyordum. Bu son dizide söylediklerimin hepsini anladım. Anladım da kolay mıydı ezber yapmak? Hayır. Bir buçuk ay boyunca her gün oturup repliklerimi saatlerce çalışmak zorunda kaldım.
Cardiff’te yaşayıp Cardiff’te dizi çekmek çok sık rastlanır bir durum değil. Daha önce oynadığım işler ya Londra’da ya da başka şehirlerde idi. Yıllar sonra evden çıkıp sete gitmeyi yaşamak çok ilginç geldi.
Galce dediğimiz lisan Galler bölgesinin anadili. Ve orası İngiltere değil.
Türkiye’de ülkeye İngiltere deme alışkanlığı var. Bankalarda para göndermek için form doldururken bile “İngiltere” diye işaretliyorsun. Türkiye’de Birleşik Krallık ya da Britanya sözcüklerini kullanmaya alışmamışız. Oysa bu ülkenin adı Birleşik Krallık. Birleşik Krallık’ın içinde de Kuzey İrlanda, İskoçya, Galler ve İngiltere var. Biraz karışık bir sistem olduğu doğru. Bu dördünün ortak parlamentosu Westminster; orası bütün ülkeyi yönetiyor. Fakat Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda ile ilgili bazı konulara karar veremiyorlar. Mesela burada, Cardiff’de sokağa çıkma yasağı olacak mı buna onlar karar veremiyor, eğitim ya da sağlık harcamalarına onlar karar veremiyor. Galler’in nüfusu 3.3 milyon, Galceyi konuşan insan sayısı ise sadece 700 ila 800 bin arası.
Yaşamak için neden Galler’i seçtin?
O birtakım tesadüflerin sonucu olmuştu. Ama sonra çok buralı oldum, hatta biraz fazla buralı oldum.
Boğaziçi özelinde başlayan, Türkiye’deki üniversite gençliğini ilgilendiren, üniversite kurumunun Türkiye’deki mevcut konumunu ve geleceğini ilgilendiren bir tartışmanın içindeyiz. Benim geçen hafta en çok dikkatimi çeken, gençlerin kendilerini ifade etmek için çektikleri videolarda Cumhurbaşkanına “Biz alın teriyle bu okula girdik, buradan çıkıp bu ülkenin bilimine, teknolojisine, düşünce dünyasına katkıda bulunmak isterken, bugün anlıyoruz ki siz bizim gibi düşünenleri bu ülkede istemiyorsunuz. Gidip başka ülkelerde bunu yapmaya çalışmak zorunda kalacağız” demesiydi. Bu tartışma yeni değil ve sana kadar uzanan bir şey aslında. Türkiye’de belli bir eğitim düzeyinin üzerine çıkabilmiş kesimin son 10 senesi senin gibi daha önce gitmiş olanlarla bugün gitmeyi düşünenlerin hikayeleriyle dolu.
Muhtemelen böyle bir “exodus”, toplu bir yurtdışına göç hali – etnik ve belirgin siyasi kimlikler dışında – Türkiye tarihinde hiç yaşanmadı. Bunun iki tarafı var. Birincisi, Türkiye’nin içinden baktığında üzerine bu kadar emek ve bu kadar para harcanmış insanların başka ülkelere gidiyor olması. Hatırladığım kadarıyla bir tıp öğrencisi ile bir konservatuvar öğrencisine devletin harcamak zorunda olduğu para yakındı. En basitinden bu göçün ekonomiye böyle bir zararı var. Genç insanlar çok haklı olarak, “Bizim gitmemizi mi istiyorsunuz?” diye soruyorlar. Geçen Boğaziçililer benden bir video istemişlerdi, onlara gönderdiğim videoda ben de şunu söyledim; eğer bir ülkede üniversite öğrencileri kendi üniversiteleri ile ilgili alınan kararlara hiç itiraz etmiyorlarsa, kendilerine söylenen her şeyi olduğu gibi kabul ediyorlarsa, eleştirel bakış açıları yok ise o zaman o ülkedeki akademik kültürün geleceğinden endişe etmek gerekir. Öğrenciler bunun tam tersini yapıyorlarsa o zaman endişelenecek bir şey yok, hâlâ demokrasi kültürüne dair tutunabileceğimiz bir şeyler olduğu anlamına geliyor bu. Boğaziçililerin şu anda yaptıklarının insanları aslında mutlu etmesi lazım. “Oh, hâlâ üniversite var” demeleri lazım “normal” koşullarda. Ama Türkiye normal bir ülke değil. Türkiye, yurtdışında sürgünleri olan, cezaevinde insanları olan bir ülke. Dolayısıyla da böyle normal olmayan bir zamanda “normal” bir sorunun sorulması bile durumu anlatıyor. “Ne olacağıdı” derler ya hani, öyle!
Türkiye’nin içinde yaşayanlar tabii hayatlarına devam etmek ve bunu normalleştirmek zorundalar. Türkiye normal bir ülke olmadığı için de aslında o genç insanların sorduğu sorunun bir anlamı kalmıyor. Bizim yurtdışına mı gitmemizi istiyorsunuz? Evet, tabii ki istiyorlar çünkü ülke normal bir biçimde yönetilmiyor. Bu arada şu anda “normal”den daha “akademik” bir kavram bulamadığım için de okuyucunun affına sığınıyorum.
Ama bir yandan da yine aynı makamlardan “Beyin göçünü durdurmak istiyoruz” açıklamalarını duyduk pek çok kez, hem de yakın geçmişte.
İşte sen de yine bunu anlamlandırmaya çalışıyorsun.
Anlamlandırmaya çalışıyoruz elbette. Bu ülkenin gençleri kendilerinden ne istenildiğini anlayamıyor. Bipolar bir ruh hali dayatılıyor adeta.
Ama zaten otoriter bir rejim ne istediğini hiçbir zaman tam olarak söylemez. İsmini koymayayım şimdi ama bu, tarihte kitaplara geçmiş bir yönetim biçimi. Ama bunun altı dolu değil, çünkü yaratabildiği kurumları yok. O yüzden de o söylediğin bipolar durum ortaya çıkıyor. Biliyor aslında istenen insan modeli Boğaziçi’nden çıkacak ama yine de onları tehdit olarak görmeye de devam ediyor. Hem bu sistemle uyumlu olacak hem de Boğaziçi’nde okuyup özgür düşünmeye devam edecek. Öyle bir dünya yok. Ukalalık etmek istemem ama bugün uzaktan gördüğüm kadarıyla bu normalliklerin hiçbiri olmadığı için normal sorular sormaya kalktığın andan itibaren her şey birbirine karışıyor.
İşin bir de ikinci bir tarafı olduğunu söylemiştin.
O da şu; ben yurtdışına çıkmak durumunda kaldıktan sonra fark ettim ki, bizim hiç seyahat özgürlüğümüz olmamış. Türkiye’den yurtdışına tatil için bile gitmek bir karardır. Atina’da yaşayan 19 yaşındaki bir delikanlı ya da genç kadın “Gideyim de Paris’te bir altı ay takılayım, bir dünyayı görüp gelirim” diyebilir. Türkiye’de aynı yaştaki bir genç bunu diyemez. Diyebilmesi için çok fazla karar vermesi lazım, çok fazla şeyi ayarlaması, yoluna koyması lazım. Bu seyahat özgürlüğümüz olmadığı için de aslında belki de dünya ile çok fazla entegre olabilecekken olamamış Türkiye. Ben bunu burada çok daha iyi görüyorum. Türkiye entelijansiyası da dünya ile entegre değil. Son 10 yılda belki daha da kötü oldu.
Şimdi insanların bazıları mecburiyetten, bazıları seçenekten, bazıları artık kendilerini huzurlu hissetmediğinden, bazıları çocuklarını Türkiye’de yetiştirmek istemediklerinden çıkıyorlar. Artık koşullar çok zorlayıcı olduğu için çıkıyorlar. Kimisi müebbetle yargılandığı için, kimisi de bir şeyden korktuğu için çıkıyor olabilir. Ama sonuçta bugün Türkiye’den çok ciddi bir kesim şu ya da bu sebeple çıkıp şöyle bir dünyayı görüyor. Onların bazıları dönecektir, bazılarının çocukları gittikleri yerlerde kalacaktır. Keşke şöyle olabilse; Boğaziçi’nden mezun bir genç kendi kararını kendi verebilse. İsteyen Türkiye’de kalabilse, isteyen istediği yere tık diye gidebilse. Seçeneği olsa. Bu arada bu durum sadece bugüne dair değil, her daim sürgünü olmuş bir ülke Türkiye. Sürgünü olmamış zamanı olmamış bir ülke. Ama şu an ileri bir boyutunu yaşıyoruz.
Sen kendini sürgünde mi hissediyorsun?
Bu tabii çok sorgulanıyor. Sürgün müyüz? Hatta mülteci miyiz? Ben siyasi mülteci olarak burada değilim. Ankara Anlaşması sayesinde burada çalışan bir oyuncuyum. Sürgünü de çok düşündüm kavramsal olarak. Fiziksel koşulları itibarıyla evet bir sürgün bu. Çünkü ben Türkiye’de ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyorum hâlâ. Ama sürgün aynı zamanda bir ruh hali. Ben bir sürgün ruh halinde değilim. Yaşadığım yerin kültür hayatının içinde var olmaya çalışıyorum. Yaşadığım yerin sosyal ve politik hayatı içinde var olmaya çalışan, var olan biriyim.
Sanki geçen sene beraat ettiniz gibi algılandı Gezi davasından. Aslında ne oldu?
Gezi davasında yargılanmış olanlara bir beraat kararı verilmişti. O karar istinaf mahkemesi tarafından iki hafta önce bozuldu. Ama zaten yurtdışında olup hiç yargılanmamış, hiç mahkemeye çıkmamış olan bizler için (7 kişi) dava dosyası ayrılmıştı. Avukatlarımızın bize de beraat istemesine rağmen dosya aynı şekilde yakalanıp getirilmemize yönelik olarak devam etti. Türkiye hukukunda bir insan gıyaben yargılanamayacağı için o dosya devam ediyor. Tabii ilk davada beraat kararı verilmiş olmasına rağmen şimdi Osman Ağabey’i de başka bir dava yaratarak içeride tuttular. Aslında “Gezi beraat etti” denildiğinde hiçbir şey değişmemişti. İşte bazen algı olgulardan daha önemli oluyor.
Dava düşmüş olsaydı döner miydin Türkiye’ye?
Türkiye’ye dönüp işler yapmak tabii ki isterim ama burada kurduğum hayatı da bırakmak istemem. Burada da artık o kadar çok yakınım, ahbabım, işim var ki… Benim bir yaratıcı ajansım var. Online meyhane projemiz var. Yazılımı tamam, yakında hayata geçecek. Tabii ki gelip arkadaşlarımı görmek isterim, Boğaz’da rakı içmek isterim, lüfer yemek isterim. Antep’e gitmek isterim. Antep’e gidip sadece yemek yiyeceğim.
Boğaziçi protestoları bazı boyutlarıyla burada Gezi protestolarını hatırlattı. Öyle olunca da talimat alan medya eski defterleri açtı ve sen de yine hedef gösterildin. Tedirgin ediyor mu bu tür saldırılar?
Ben zaten ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanıyorum. Daha ötesi yok. Daha ne olabilir? Beni tedirgin edecek tek şey burada söyleyeceğim bir şeyin oradaki eşimiz dostumuzu tehlikeye atacak bir şeye dönüşme ihtimali olur. Bu da her zaman en yakın çevrenden insanlar olmak zorunda değil. İçinden geldiğin bazı topluluklar da çok etkilenebiliyor. Bir tedirginliğim olursa bundan oluyor.
*Not: Memet Ali Alabora’yı ekranda görmeyi özleyenler bugün yayınlanmaya başlanan Fflam’ın ilk bölümüne şu adresten ulaşabilirler.