40 yıl önce uçurumun kenarından…
40 yıl önce böyle bir Ocak ayında Diyarbakır Cezaevinde Kürtler bakımından bir ölüm kalım mücadelesi yaşanıyordu. Evet, o direnişte son anda ve eşsiz bir mücadele ruhuyla uçurumun kenarından dönüldü.
Bayram Bozyel*
İnsanların yaşamında olduğu gibi ulusların yaşamında da kritik eşikler, tarihi anlar vardır; kader anı dediğimiz dönemeçlerdir bunlar. Son anda ve saniyelik bir refleksle bir arabayı uçuruma yuvarlanmaktan alıkoyan usta ve soğukkanlı sürücüler gibi, bir halkın yüzyıllık özgürlük davasını insanüstü mücadele ve cesaretle yenilgiden zafere dönüştüren destansı direnişler de -sayıları fazla olmasa da- az değildir.
Bundan 40 yıl önce, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde yaşanan, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde kader değiştiren direnişten söz ediyorum. 03 Ocak 1984 yılında başlayıp 58 gün süren ve Kürt davasını bir beton örtüsüyle boğma planını büyük bedeller sayesinde tersine çeviren o tarihi direnişi bir kez daha anmak istiyorum.
Kürdistan’ı bölüp parçalayan ve Kürt halkının boynuna kölelik zincirini geçiren Lozan Antlaşması’ndan sonra, Türkiye devleti Kürt halkının her itiraz ve direnişini kanla bastırmayı denedi. Buna karşın Kürt halkının özgürlük uğrundaki haklı mücadelesi hiçbir zaman tümüyle susturulamadı. 1925’ten 1938 yılına kadar bütün zulüm ve kıyımlara karşın Kürt halkının ulusal direnişi belirli iniş ve çıkışlara rağmen kesintisiz devam etti.
1938 ile 1960’lı yıllar arasındaki geçici suskunluğun ardından, Kütlerin özgürlük talebi nadasa bırakılmış toprak gibi yeniden ve daha güçlü bir biçimde canlanmaya başladı. Türk devleti bu kez toplu katliamlar yerine on yılda bir gerçekleştirdiği askeri müdahalelerle Kürt halkının özgürlük taleplerinin önüne setler çekti. 27 Mayıs 1961 ve 12 Mart 1971 askeri darbelerinin temel amacı buydu. Ne var ki Kürt halkının legal ve demokratik alanda biriken ulusal enerjisi, önüne çekilen setleri her keresinde aşarak daha gür bir biçimde akmaya devam etti.
1970’li yıllarda Kürt hareketinde niteliksel bir dönüşüm ve sıçrama yaşandı. 1970’li yıllar Kürt siyasal hareketinin modernleşmesi, yeniden şekillenmesi ve kitleselleşmesi anlamında köklü bir dönüşümüne tekabül eder. Bu dönemde Kürt ulusal bilinci hiç olmadığı kadar yükselmiş, örgütsel mücadelede büyük başarılar kaydedilmiş, Kürt dili, kültürü ve tarih bilinci bakımından bir Rönesans dalgası yakalanmıştır.
Bu, sömürgeci güçlerin en çok korktukları bir tabloydu. Örgütlü, bilinçli, ulusal taleplerini meşru zeminde ve barışçıl yöntemlerle dile getiren Kürt halkıyla baş etmek artık eskisi gibi kolay değildi.
Kısa dönemli askeri darbe ve baskı rejimleriyle Kürt hareketinin önünü kesmek pek mümkün görünmüyordu.
Bu tablo Tük devletini Kürt meselesinde topyekûn bir hesaplaşmaya zorladı. 12 Eylül 1980 darbesi Kürt davasını “kalıcı olarak bitirmek” ve “kökünü kazımak” amacıyla kurgulanan uzun erimli stratejik bir plandı.
12 Eylül sömürgeci ve faşist rejimi, öngördüğü plan doğrultusunda bir hayli yol da aldı. Kürt siyasal hareketinin legal demokratik bütün kazanımları yok edildi, çok yönlü baskı, operasyon ve sindirme yöntemleriyle Kürt hareketine büyük darbeler vuruldu. On binlerce siyasal kadro ülkeyi terk etmeye zorlandı.
Bu arada kesintisiz operasyonlarla yakalanan ve gözaltına alınan 10 binlerce seçkin Kürt kadrosu cezaevlerine tıkılmıştı. Bunlar, devletin imha politikası önünde kalan son engel olarak görülüyordu.
Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi ise sömürgeci rejimin uygulayacağı stratejik planlar bakımından bir pilot bölge olarak dizayn edilmişti.
Başka bir ifade ile Diyarbakır Cezaevi sömürgeci Türk devleti ile Kürtler bakımında son meydan muharebesi, nihai kapışma alanı olmaya adaydı.
Hesap açıktı; sömürgeci devlet Diyarbakır Cezaevi’nde uygulayacağı planla son kalan Kürt kadrolarını teslim alacak, teslim olmayanları fiziken yok edecek, böylece Kürt davasının üstünü kalın bir beton örtüsüyle kapatacaktı.
Sömürgeci rejimin bu amaç için devreye soktuğu planın detaylarına ilişkin geçmişte çok şey yazılıp çizildi. Kürt ve dünya kamuoyu bu sürece ilişkin büyük oranda bilgi sahibidir. Gayri ahlaki, gayri insani, gayri vicdani, düşman hukukunun bile hiçe sayıldığı, alçaklık ve vahşetin dibin dibine vurduğu bir barbarlık planı…
Kürt halkının ulusal özgürlük davasının ölüme yatırıldığı ve hunharca boğazlanmaya çalışıldığı ölümcül an…
Buna karşın Kürt siyasal kadrolarının bu dönemde ulusal varoluş, insani onur ve haysiyetleri için gösterdikleri insanüstü dayanma ve direnişler tarihe altın harflerle yazılacak niteliktedir.
3 Ocak 1984 tarihine gelindiğinde Diyarbakır Cezaevi’nde barbarlıkla insanlık onuru kavgasında son perde sergileniyordu. Sömürgeci rejim büyük ve görülmemiş son bir kin ve öfkeyle Kürt davasının savunucularını kırmaya çalışırken, çıplak bedenleri ve özgürlüğe olan inançları dışında hiçbir şeyleri olamayan Kürt halkının çocukları ise bu kapışmadan alınlarının akıyla çıkmak için ölümüne direndiler.
40 yıl önce böyle bir Ocak ayında Diyarbakır Cezaevinde Kürtler bakımından bir ölüm kalım mücadelesi yaşanıyordu. Her şey bıçak sırtındaydı. Umutla umutsuzluğun, teslimiyet ile direniş ruhunun at başı gittiği, tam bir uçurum kenarı durumu söz konusuydu. Bu savaşta ya barbarlık kazanacak ya da Kürt halkının özgürlük umudu galebe çalacaktı.
Evet, o direnişte son anda ve eşsiz bir mücadele ruhuyla uçurumun kenarından dönüldü. En başta canlarını ortaya koyarak o karanlık süreci tersine çeviren Yılmaz Demir, Necmettin Büyükkaya, Remzi Aytürk, Orhan Keskin ve Cemal Arat’ın soylu adanmışlıkları sayesinde… O güzel insanlar, o soylu kahramanlar sayesinde Kürt halkının yüzyıllık mücadelesinde kritik bir eşik aşıldı. Elbette o direnişte sakat kalan yüzlerce insanımızı da anmamak olmaz.
3 Ocak direnişinden sonra da Diyarbakır Cezaevi’nde baskılar, keyfi ve insanlık dışı uygulamalar son bulmadı. Ancak sonraki hiçbir dönemde süreç bir varlık yokluk derekesine ulaşmadı. Çünkü söz konusu kritik süreç 3 Ocak 1984 direnişinden sonra aşılmış ve Kürtler bakımından o günden bugüne devam eden yeni dönem başlamıştı.
40 yıl sonra bir kez daha Diyarbakır Cezaevi direnişinde canlarını feda ederek tarihin yönünü değiştirenlere binlerce selam olsun. Onları saygı ve özlemle anıyoruz. Benzer şekilde diğer cezaevlerinde insanlık onuru için yaşamını yitirenleri saygıyla anmak boynumuzun borcu. Direnen bütün insanların hakkını teslim etmek ahlaki ve insani bir görevdir.
*PSK Genel Başkanı