2009 yılının 29 Ocak günüydü. Davos’ta Türkiye Başbakanı Tayyip
Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e öfkeli bir şekilde
“Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar çok yüksek
çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir” diyor, “Öldürmeye
gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları
nasıl öldürdüğünüzü çok iyi biliyorum…”
2007’deki ‘e-muhtıra’yı, bir yıl sonra dalgalar halinde başlayan
Ergenekon operasyonlarını yaşamış Türkiye’de bugünkü kadar bir
gerilim yok; ama Başbakan’ın ‘sevmeyeni’ de çok… Ertesi gün basının
karşısına çıkıp “Ben moderatöre ‘one minute’ dedim” diye geri adım
atmış olsa da o ‘sevmeyenleri’ bile, bir İsrail Cumhurbaşkanı’na
Filistin suçlarının bu denli uluorta söylenmesinden gizli bir haz
duymuş.
Üç yıl önce, 2006 yılının Mart sonunda Diyarbakır, Batman, Siirt
ve Mardin’de sivil göstericilere polis ‘müdahale’ etmiş ve 6’sı
çocuk 14 kişi ölmüş. Ölen çocukların ikisi 17 diğerleri 3, 6, 8 ve
9 yaşlarında… Üç çocuğun ölüm nedeni “biber gazı kapsülü” ile vurulma…
Tüm bunlar olurken, Ankara’da Başbakan sıfatıyla “Terörün maşası
haline gelen her kim olursa olsun, kadın da olsa çocuk da olsa
gereken yapılacaktır” diye ‘talimat’ vermiş olan Davos fatihi; tam
3 yıl sonra, Gazzeli çocukları savunan, ‘kendisinden
hoşlanmayanların bile’ bir nebze gönlünü kazanan bir kahraman
olarak dönüyor yurda, Ocak 2009’da…
Ertesi yıl, 2010’da, Gazze ambargosunu delmek için bir gemi
çıkıyor yola. 24 Mayıs günü ikindi namazından sonra, 1991 doğumlu,
19 yaşında bir genç uğurlanıyor: Muhammed Furkan Doğan, rotası
Gazze olan gemiye binmek için Antalya’ya gidiyor.
O günlerde Silopi’de Mesut ve Nesime Yıldırım’ın bir oğlu
oluyor. Adını Muhammed koyuyorlar. Ertesi yıl bir kardeş geliyor
Muhammed’e, onun adını da Furkan koyuyorlar.
28 Mayıs 2010’da Antalya’dan hareket eden Mavi Marmara gemisine
binen 19 yaşındaki Muhammed Furkan, 31 Mayıs’ta, İsrail
askerlerinin gemiye düzenlediği operasyonunda can veriyor…
Silopi’deki Muhammed ve Furkan kardeşler ‘şimdilik’
büyüyorlar…
Genç Muhammed Furkan’ın ve başka yüzlercesinin tereddütsüzce
Mavi Marmara gemisine binmesinde Davos’taki ‘çıkış’ın payı
tartışılmaz. Ama 6 yıl sonra, 29 Haziran 2016’da ‘one minute’ ters
yüz oluyor; aynı ‘kahraman’, bu kez Mavi Marmara gönüllüleri için
“Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün
başbakanına mı sordunuz? Biz zaten yardımı yaptık, yapıyoruz.
Bunları da yaparken, gövde gösterisi olsun diye mi yapıyoruz?"
diyor. Davos’tan dönüşünde çılgınca alkışlayanlar yine çılgınca
alkışlıyor. O esnada Kayserili genç Muhammed Furkan 6 yıldır
toprağın altında yatıyor, Silopili Muhammed ve Furkan ‘şimdilik’
büyümeye devam ediyor.
Ve 2017’nin 3 Mayıs’ı geliyor... Silopi’nin dar sokaklarında
gece yarısı panzerler geziyor. Muhammed ve Furkan, Silopi’deki, bir
odasında anne babaları ve 3 kardeşlerinin uyumakta olduğu iki gözlü
evlerinin ‘ön gözü’nde uyurken, içeriye dalan bir polis panzeri
ikisinin de canını alıyor.
“Ruhuna el Fatiha” Müslümanlar için önemli bir ritüel… Ölmüş
kişi için okunan Fatiha suresinin “ölenin ruhuna ses, kabrine nur”
olarak indiğine inanılıyor. Ehli sünnet, bu amaçla bir internet
sitesi de kurmuş: www.ruhunaelfatiha.com... Bu sitede Muhammed ve
Furkan kardeşlere birlikte ‘Fatiha’ isteniyor. İki kardeşin, kömür
karası gözleriyle gülümsedikleri o fotoğraflarının üstüne bir ‘ölüm
künyesi’ yapmışlar. Künyede, ‘Emrihak nedeni’nin karşısında “Trafik
kazası” yazıyor; ‘Mesleği’ maddesinin karşısında “Çocukluk”… Ölenin
ruhuna Fatiha isteyen Müslümanlık, gece yatağında uyuyan bir
çocuğun ‘trafik kazası’nda öldüğünü yayıyor müminlere… Tüm
Fatihaların üstünde sabit bir ilan var sayfada: Cart bir sarının
içinde iri siyah harflerle ”Site satılıktır” yazıyor.
‘SEHER YELİ KIZ’LAR
Bu kez 1991’e gidiyoruz. 3 Eylül günü. Üniversitelere yeni
kayıtlar yapılıyor. İstanbul Yükseköğrenim Gençliği ile Dayanışma
Derneği’nin (İYÖ-DER) Mimar Sinan Üniversitesi’nin Fındıklı
kampüsünde bir “Rehberlik Masası” var. Masanın başında 20 yaşında
bir kız. Seher Şahin. Bir PTT işçisinin kızı. ‘Moda Tasarımı’
okuyor Mimar Sinan’da. Yeni gelen öğrencilerle öğrenci gençliğin
parasız, bilimsel eğitim mücadelesini buluşturmaya çalışıyor. Polis
gelip toplamak istiyor masayı. Seher debeleniyor, çırpınıyor, baş
eğmiyor, ‘sorun çıkartıyor’… Sivil polisler okulun üçüncü katına
çıkarıyor 20 yaşındaki Seher’i. Kendi okulunun penceresinde aşağı
atıyor.
Beş gün de ölüme direniyor Seher. Polislerin onu ite kaka yukarı
çıkardığının çok sayıda şahidi var. Ama İçişleri Bakanı, 6 Eylül
günü, Seher can çekişirken, “Olayın polisle alakası yok” diye demeç
veriyor gazetelere. Seher’in kendi okulunun camından aşağı
atıldığını haber yapmayan gazeteler İçişleri Bakanı’nın demecini
haber yapıyor. Seher Şahin 8 Eylül’de can veriyor. Ömrü 20. yaşında
duruyor.
Grup Yorum “Seher Yeli Kız” diye bir şarkı yapıyor; Haydar Doğan
bir şiir yazıyor “Seher Şahin’e”:
Bir arkadaş koşarak girdi çay evine
Polis bir kızı atmış üniversitenin penceresinden dedi
On arkadaş bakıştık yirmi gözle birbirimize
Sanki herkes kim olduğunu biliyormuş gibi.
Seher’in 40’ı henüz çıkmışken, 20 Ekim 1991’de genel seçimler
yapılıyor. Sekiz yıllık ANAP iktidarı devriliyor. “Daha fazla
demokrasi” vaat eden DYP ile SHP’nin koalisyonu kuruluyor.
30 Nisan 1993’te İstanbul Kadıköy’de 19 yaşındaki iki genç,
veterinerlik öğrencisi Uğur Yaşar Kılıç ve edebiyat fakültesi
öğrencisi Şengül Yıldıran kaldıkları evi basan polisler tarafından
‘ölü olarak ele’ geçiriliyor. Ertesi gün gazeteler “Polis Moda'daki
örgüt evini bastı. Polise ateş açan iki kişi ölü olarak ele
geçirildi, evde çok sayıda mühimmat ele geçirildi” diye yazıyor.
İki gencin de silahsız olduğu, evde yasal dergilerden başka bir
‘mühimmat’ olmadığı, bir süre sonra alenen ortaya çıkıyor.
Silopi’de panzer Muhammed ve Furkan’ı çiğnedikten 3 gün sonra,
İstanbul Küçükçekmece’de polis bir eve ‘baskın’ düzenliyor. Evde 18
yaşında bir genç öldürülüyor. ‘Büyük’ bir haber kanalına gecenin
üçünde bağlanan muhabir bu ‘çok önemli’ baskının haberini veriyor:
18 yaşındaki çocuğun, “örgütün en üst düzey ismi” olduğunu
söylüyor. “Terör uzmanı muhabir” böylelikle literatüre “en üst
düzey” diye bir kavram kazandırıyor. Belli ki bu çocuğun “üst
düzeyden de üst” olduğunu, “terörün en üst katında oturduğunu”
anlatıyor heyecanla!
İki gün sonra “güvenlik kaynakları”, o baskının hedefinin 18
yaşındaki Sıla değil “bir başkası” olduğunu, Sıla’nın ‘tesadüfen’
orada bulunmuş olabileceğini söylüyor. Gece 3’te bağlandığı
muhabirinden “en üst düzey” masalları dinleten TV ve gazeteler, bu
haberi de veriyor, başarılı polis operasyonu serisinin devamı
olarak.
Yerine geldiklerine ‘eski Türkiye’ diyenler, ‘demokrasi
getirmeye’ gelenler, sağcılar, İslamcılar, muhafazakârlar,
milliyetçiler, 12 Eylül’den beri, dönüp dolanıp aynı yerde, seher
yeli kızların, kömür gözlü çocukların, kanına giriyorlar. Hep bir
12 Eylül uzantısı olarak iş görüyorlar.
Muhammed’le Furkan’ı yatakta panzerin ezmesinden bir gün sonra,
“sanıklar öldü” diyerek 12 Eylül davasını düşürüyorlar. Çünkü 12
Eylül’ü, “ölmüş sanıklardan ibaret” tutmaya çalışıyorlar. Oysa “12
Eylülcüleri yargılayacağız” bahanesiyle oy isterken idam edilmiş
gençlerin son mektuplarını okuyup kameralara doğru ağlayanlar, bu
kez “idamı geri getireceğiz” diye oy isterken; kalabalıkları –tıpkı
12 Eylülcüler gibi– “hainleri affedemeyiz” deyip “idam isteriz”
diye bağırtırken çoktan düşmüştü o ‘dava’. 12 Eylül, bir yargı
davası değil, bir ‘devlet yönetme davası’ olarak 40 yıldır açık
duruyor. Gece yarısı, sabaha karşı, çocukların, genç kızların
uyuduğu odalara giriyor. “Bir gece ansızın” geliveriyor.