40 yıldır bitmeyen 12 Eylül
Tanıl Bora'nın derlediği '40 Yıl 12 Eylül' İletişim Yayınları tarafından okura sunuldu. Yazar Gaye Boralıoğlu, akademisyen Göze Orhon ve yazar Tanıl Bora ile 12 Eylül faşist askeri darbesini konuştuk.
DUVAR- Kenan Evren komutasındaki 12 Eylül faşist askeri darbesi Türkiye tarihine kanlı harflerle geçmiş günlerin başında geliyor. Binlerce insanın hak ihlallerine uğradığı, işkencelerde, cezaevlerinde katledildiği, idam sehpalarında son nefesini verdiği bu tarihin üzerinden tam kırk yıl geçti.
Geriye dönüp bakınca özellikle sol-sosyalist hareket içinde ciddi tahribat yaşandığını görüyoruz. 12 Eylül sonrası kurulan Özal hükümeti ise bugünkü neoliberal politikaların temelini attı. Sosyal hakların, adaletin hiçe sayıldığı, kültür ve sanat dünyasına birbiri ardına sansürlerin geldiği, ekonomi-politik açıdan tam bir yıkımın başladığı ve yoksul halkların daha da yoksullaştığı ve en önemlisi bir kuşağın üzerinden geçtiği ve Türkiye halkları üzerinde yıllarca sürecek karanlığın başladığı bu tarihi birçok açıdan ele almak mümkün. Tanıl Bora'nın derlediği '40 Yıl 12 Eylül' tam olarak bu noktadan yola çıkmış bir kitap. Birçok kıymetli ismin katkı sunduğu derleme farklı açılardan faşist darbeyi irdeliyor.
Biz de yazar Tanıl Bora ile genel olarak 12 Eylül'e, akademisyen Göze Orhon'la darbenin kuşaklarla ilişkisine ve yazar Gaye Boralıoğlu ile darbenin bıraktığı boşluğa değindik.
Ve söz dönüp dolaşıp aynı noktaya geldi: 12 Eylül, 40 yıldır devam ediyor.
12 Eylül'ün 40 yıldır devam ettiğini ileri sürüyorsunuz. 40 yılda nasıl bir yol aldı 12 Eylül? Etkileri ne noktada, ne sertlikte sürüyor? Kendi 'çıtasını' aştı mı? 12 Eylül'ün bunca yıl devam etmesinin nedenlerinden birisi de kamusal alanda bir hesaplaşmasının gerçekleşmemiş olması olduğu öne sürülüyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Tanıl Bora: Rakamı, istatistiği yok tabii bunun! Birikiyor, üst üste yığılıyor, dert o. 12 Eylül’ü illa bir ilk sebep olarak düşünmeyebilirsiniz, “bütün kötülüklerin anası” saymayabilirsiniz. Gerçekten demokrasiyle, anayasayla, insan haklarıyla alakalı problemleri, pekâlâ 12 Eylül’ü hiç bilmeden veya bahse katmadan da konu etmek mümkündür. Fakat en azından şöyle bir şey var. 12 Eylül’le hesaplaşma gündemi, yeni demokratik anayasa gündemiyle bütünleniyordu. Genel olarak demokratikleşme, özgürleşme talebiyle, kadim sıfatlarıyla söyleyelim, müstebit idareyi, ceberrut zihniyeti alt etme talebiyle bütünleniyordu. Geçmişle hesaplaşma davası, geleceği kurma davasına bağlanıyordu yani. Dili geçmişte söylüyorum, oysa hâlâ geçerli bir taleptir bu fakat işte bu kadar zaman sonra, 12 Eylül rejiminin defalarca defalarca restore edilmesinin, rektifiye edilmesinin, tahkim edilmesinin ardından, yorulmuş bir taleptir, Özellikle iki eşik önemli. Birisi, SHP-DYP hükümetinin 1991 seçimlerine giderken vaat ettiği 12 Eylül hesaplaşmasından “vazcayması,” ki arkasından 90’lar geldi. İkincisi 2010 referandumu arifesinde 12 Eylül’le hesaplaşma talebinin iktidar tarafından araçsallaştırılması ve aslında semboliğin bile hakkını vermeyen birtakım sembolizmlerle geçiştirilmesi, ki arkasından “bugünler” geldi. 12 Eylül meselesinin ağırlığı bence bunlarla artıyor.
Kısacası, son kırk yılın demokratikleşme hamlelerinin, beklentilerinin boşa çıkmasının tarihi, 12 Eylül’le hesaplaşmama, hesaplaşamama tarihidir bir bakıma. Vahametin artmasını, veya sizin dediğiniz gibi çıtasını aşmasını, bununla bağlantılı düşünüyorum.
12 Eylül'ün bugüne gelen karanlığını dağıtmanın yolları nelerdir?
Tanıl Bora: Reçetesi yok tabii. Eski ve eskimeyen bir sloganı tekrarlayacağım: Unutmamak, unutturmamak! Burada, unutturmamanın yollarını, hafızayı işlemenin yollarını, hafızayı yeniden üretmenin yeni yollarını düşünmemiz gerekiyor sanırım. Ve tabii ilk sorunuz üzerine konuştuklarımızı tekrarlayacağım: geleceğe açılan bir yol olmalı bu. Nasıl bir toplum olmak istiyoruz, nasıl bir devlet yapısı, nasıl bir hukuk nizamı istiyoruz, bunların arayışında bir yol olmalı.
12 Eylül'ün konuşulanlarından çok susulanlarına değiniyorsunuz. Bu noktada 'susma'nın toplumsal bellekle olan ilişkisine değinir misiniz?
Göze Orhon: Dünyaya olağan ikiliklerle bakarken, konuşmanın, ses vermenin hatırlamakla, susmanın unutmakla hizalanabileceğini söyleyebiliriz kolaylıkla. Bu doğru da elbette, yani pratikte gerçekten de üzerine konuşmadıklarımızı, seslendirmediklerimizi, duymadıklarımızı unutuyoruz. Devletler de genellikle neyin hatırlanacağı ve neyin unutulacağı üzerine siyasa belirlerken bu basit ikiliği gözetirler. Neyi hatırlamanın makbul olduğuna dair bir bir değer dizgesi vardır, bunun uyarınca anıtlar dikilir, anmalar düzenlenir, ulusal bayramlar kutlanır vs. Üzerine susulanlar da devletlerin tutarlı bir ulusal bir anlatı kurmasında işlevsel olmayan ya da daha çok, o anlatıya halel getiren bileşenlerdir. Ulus olma yolunda yapılan soykırımlar, katliamlar, söz gelimi, böyle bileşenlerdir. İnkâr edilirler, görmezden gelinirler, hatta üzerine konuşulması ya da yazılması konusunda yasal sınırlar, yaptırımlar vardır. Ancak hatırlama, toplumsal düzeyde her zaman öyle kolaylıkla denetlenebilir bir şey olmadığı için, yasaklar, yaptırımlar kadar, ısrarla konuşanlar, ayrıksı biçimde hatırlayanlar ve o ayrıksı hatırlama işini örgütleyenler de her daim vardır. Doğrudan susmakla unutmak arasında bir bağ olduğunu söylemiyorum, böyle düşünmüyorum. Ama susmanın genellikle unutmakla hizalandığı, öyle kavrandığı da bir gerçek.
Ama söz konusu olan toplumsal travmalar olduğunda, yukarıda bahsettiğim görece kaba ikiliği biraz inceltmek gerekiyor. Çünkü bu biraz daha karmaşık meselede, susmak ya da suskunluk her zaman unutmaya karşılık gelmiyor. Travma yazını, özellikle de önceki kuşaklardan aktarılan travmalar üzerine yapılan araştırmalar, travmanın sonraki kuşaklara yalnızca dille, sözle, yazıyla aktarılmadığını söylüyor bize. Travmalar, özellikle de 12 Eylül darbesi gibi sonuçları ve toplumsal formasyona nüfuz etme kabiliyeti açısından büyük toplumsal travmalar, pekâlâ sessizliklerle, geçiştirmelerle, suskunluklarla da sonraki kuşaklara devredebiliyor. Ben 1970’lerden bu yana dünyaya gelmiş kuşağın ya da kuşakların 12 Eylül’ü okudukları, izledikleri, dinledikleri kadar duyamadıkları, anlatılamayanlar, üzerine konuşulmayanlardan da öğrendiğini ve 12 Eylül’ün sonraki kuşaklardaki belleğinin de bu suskunluklarla kurulduğunu düşünüyorum. Bu, devlet ve toplum arasında sınırları nispeten kolay saptanabilir etkileşimle ilgili olduğu kadar, biraz daha zor, karmaşık ve çetrefilli bir meseleyle de ilgili: Duygular. Bunun içinde sezgiler var, yaşanmamış bir geçmişe duyulan özlem var, 1970’lerdeki epik sol anlatıyla uyanmış bir özenç var. Özellikle sola ilgi duymuş/duyan, aktif sol siyaset pratiği içinde yer almış ya da en azından onun çeperinde bulunmuş insanlar açısından böyle bu. Suskunluk derken, bizden önceki kuşakların bilinçli, hesaplı biçimde sustuğu değil kastım. Bir anlatamama, konuşamama halinden bahsediyorum. Travma dediğimiz şeyin alamet-i farikası öyle kolaylıkla anlatılamamasıdır zaten. Bu ağırlık karşısındaki suskunluğun da, 12 Eylül travmasının sonraki kuşaklara nüfuz etmesinde, dahası nasıl nüfuz ettiğinde büyük bir etkisi var.
Kuşaklar geçtikçe nostaljik bir unsur, belki de 'kaybeden' hikayesi olarak anlatılan 12 Eylül'ün zamanla asıl yıkıcılığını, o günleri sıradanlaştırdığını ve değersizleştirdiğini ileri sürmek mümkün mü? Saha çalışmalarınız bize ne söylüyor?
Göze Orhon: Bu soruya nasıl bir cevap vereceğimiz büyük ölçüde nostaljiden ne anladığımızla ilgili. Nostalji sadece gündelik dilde değil, akademik yazında da pek makbul anlamlara gelmiyor. Bir yanda kapitalizmin geçmişi pazarlama uğraşı duruyor, diğer yanda da geçmişe kuru kuruya bir düşkünlük, muhafazakarlık ya da en iyi ihtimalle geçmişte olanın sahih olduğu iddiası. Burada çok da itiraz edilecek bir şey yok bir yandan da; nostaljinin ne olduğuna dair sorular on dokuzuncu yüzyılda, şimdiki zamanın akışının hız kazanmasıyla ortaya dökülüyor. Bu da kaçınılmaz olarak güvenli, tanıdık geçmişe tutunmayı beraberinde getiriyor, yani nostaljiyi.
Ben nostaljiyi bir imkân olarak da düşünmekten yanayım. Yani, sorunun imlediği gibi nostaljinin 12 Eylül özelinde geçmişi sıradanlaştırdığını ya da değersizleştirdiğini değil, aksine bir ölçüde ona yeni ve değerli anlamlar kattığını düşünüyorum. Nostaljinin pek de makbul olmayan namı çerçevesinde kavranması çok yaygın olduğu için, bu söylediğim kimilerine ters gelecektir ama nostaljiyi ütopyacı bir imkân olarak da kavrayabiliriz. 12 Eylül sonraki kuşaklar için nostaljik bir duygulanımın konusudur. Bahsettiğim şey, sonraki kuşakların 12 Eylül zulmüne ya da karanlığına dair bir nostalji duydukları değil elbette; 12 Eylül’ün geri dönüşsüz biçimde ortadan kaldırdıklarına, toplumsal dayanışmaya, belki daha önemlisi dayanışma duygusuna, örgütlenmeye, solun kuvvetli bir politik imkân ve pratik olarak belirginleşmesine, geniş kitlelerde cazibe yaratmasına duyulan bir özlem bu. Böyle olunca, 12 Eylül öncesine duyulan nostalji pek de öyle elimizin tersiyle itmek isteyeceğimiz bir şey olmayabilir. 12 Eylül, onu deneyimleyen kuşaklar açısından büyük bir kayba işaret ediyor. Benim görebildiğim kadarıyla, sonraki kuşaklarda da bu derin kayıp fikri varlığını koruyor. İki kayıp düşüncesi ve hissiyatı arasında farklar var ama. En kısa haliyle ifade edersem, her anlamda bir milat olarak işaretlenmiş 12 Eylül’ün bizden aldıkları, 12 Eylül’de kaybettiklerimiz, başka bir dünya, başka bir ülkenin düşünü kurmuş sonraki kuşakların siyasete ve hayata başladıkları yer, yani bu anlamıyla bir yuva. O yüzden bana 12 Eylül’ün sonraki kuşaklar için ne ifade ettiğini anlamaya çalışmak çok önemli görünüyor.
80'li yıllar her anlamda kendi personasını yaratmışken bugün değişen bir dünyanın içindeyiz. 12 Eylül gibi bir kırılmayı 'hatırlama'nın, yeni kuşakları anlatmanın yolları nelerdir?
Göze Orhon: Pek çok sorunun olduğu gibi, bu sorunun cevabı da “politika” bana göre. Hatırlama özelinde konuşuyorsak da, bellek politikası. Bunun içine tek tek failler de giriyor, kolektif eylem de, örgütlenmeler de. Tek tek failler demişken örneğin, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Erbil Tuşalp 12 Eylül döneminde kayıt altına aldığı insan hakları ihlalleri ve hukuksuzluklarla, bunların kaydını bugüne taşımakla bellek politikasının önemli ve öncü bir faili olmuştur. Cezaevinde annesiyle görüşmesinin kısa, trajik hikayesini kendine solcu diyen neredeyse herkesin bildiği Kamber Ateş de öyle. Bu hikâyeyi yıllar yıllar önce “Kamber Ateş, nasılsın?” başlığıyla çizen çizer Ender Özkahraman da. 78’liler Derneği ve başka türlü dayanışma ağları kuran kolektifler, 12 Eylül üzerine yazan, film çeken, 12 Eylül üzerine konuşan ve hatta susanlar da bu politikanın birer faili. Bellek bir çoğulluk alanı ve hatırlama işinde eylemenin olanakları hayli geniş.
Böyle bakınca çok ümitvar görünüyor ama öyle değil elbette. “12 Eylül’de ne oldu?” sorusu, tıpkı Ermeni Soykırımı ya da Dersim Tertelesi gibi, devletin hiç cevaplanmasın istediği ya da dönemsel gelişmelerle uyumlu biçimde kendi çizdiği çerçevede cevaplansın istediği bir soru. 2010 Referandumu ve öncesinde AKP’nin yürüttüğü, geçmişle hesaplaşma gerçekliğinden, sahicilikten bütünüyle uzak bir dizi siyasi girişim ve AKP’nin bugün bütünüyle anti-demokratik bir politik özneye dönüşmüş olması arasında duran devasa açık, bellek politikasının ne kadar çetrefilli bir iş olduğunu da gösteriyor bence. Azımsanmayacak kadar geniş bir kesim için 2010 Referandumu döneminde olup bitenler umut verici gelişmelerdi. O dönemde hiç konuşmayan failleri duyduk, hiç anlatılmamış hikayeleri okuduk, dinledik, Kenan Evren’in ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığına şahit olduk. 12 Eylül belleğinin kamusal alanda dile geldiğini gördük. Ama bugün geldiğimiz noktada, o dönemin rahatlıkla 12 Eylül’ü unutturma çabasının bir parçası haline geldiğini söyleyebiliriz. Bunu her hatırlamanın, unutmanın diğer yüzü olduğu fikrine dayanarak söylüyorum. 12 Eylül’ün kendi çizdiği sınırlar içinde, belli biçimde hatırlanmasını istedi AKP. “Açtık, baktık, hesaplaştık, kapattık” gibi bir mantık işledi. Toplumun geniş kesimlerinin Diyarbakır Cezaevi’nde neler olduğunu, Raci Tetik’in kim olduğunu bilmesiyle ve bunların devletin işlediği suçlar olduğunu anlamasıyla mümkün olur geçmişle hesaplaşma. Türkiye buna hiç yaklaşmadı. Dolayısıyla, başta söylediğime geri dönersem, “Nasıl politika yapılır?” sorusuna verilebilecek cevaplardan çok farklı değil bu sorunun cevabı da. Yaşadığımız coğrafyada, başta Aleviler olmak üzere büyük, direngen ve inatçı bellek cemaatleri var. Onlardan öğrenerek başlayabiliriz.
12 Eylül'ün belki de en yıkıcı yanı mikro düzeyde bireyi yok etmesiydi. Bu yok etmenin yollarından birisi de 'boşluk' yaratmak. Bu boşluğu, o günleri yaşamış biri olarak nasıl tarif edersiniz?
Gaye Boralıoğlu: Hiçbir yerde ve hiçbir anda kendini “tam” hissetmemek diye tanımlayabilirim. Halledilmemiş bir meseleyi, tamamlanmamış bir cümleyi hep yanında taşımak gibi bir şey. Bir çemberin içinde dönüyorsunuz, herkesle birlikte dönüyorsunuz ama aslında içinizde bir şey kazık gibi duruyor, Egelilerin deyişiyle durup duruyor.
Aynı zamanda bir yazarsınız ve o dönemde sizi çok etkileyen kitaplardan bahsediyorsunuz. 12 Eylül’ün kültürel alandaki bellek mirası sanatta kendine yeterince yer bulabildi mi?
Gaye Boralıoğlu: Eğer doğrudan bir anlam arayışını kastediyorsanız, bu soruya olumsuz cevap vereceğim, bulamadı. Yaşadığımız sadece acı, ıstırap değil aynı zamanda hatalarla örülü bir tarih, sarsıcı bir yenilgiydi. Üstelik, sonraki süreçte inandığımız, uğruna mücadele ettiğimiz değerlerin birer birer yıkıldığını gördük. Bunları yazmak, çok derinlere inecek bir hesaplaşmadan sağ çıkmak hiç kolay bir iş değildi. Öte yandan şu var, bizim kuşağın sanatçılarında anlam arayışı çok yüksektir, toplumsal travmalar, hırpalanmış bedenler, kayıpların ruhları ince ince sızar işlere… Sadece edebiyatta değil, plastik sanatlarda da böyle olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, 12 Eylül’le ilgili bellek, sanatsal alanda daha dolaylı bir şekilde kendini gösterdi bence.
Edebiyat, müzik ya da sinema... 12 Eylül'ün yarattığı 'boşluğu' doldurmak ne ile mümkün?
Gaye Boralıoğlu: Bilmem ki, o pek dolacak bir boşluk değil sanki. Edebiyat, müzik ya da sinema hayatın binbir yüzü, insanca yaşamın en tabii unsurları. Sanata terapist muamelesi yapmaktan yana değilim. Ayrıca bana kalırsa hayatta illâ bütün boşlukları doldurmak gerekmiyor, evrenin tümünü kaplamadığı sürece boşlukla yaşamak iyidir. Böylece hiçbir zaman kendinizi dünyanın merkezi olarak görme şapşallığına düşmezsiniz ve aynayla aranızda, şaşı olmayacağınız kadar bir mesafe kalır. Belki de bir gün o boşlukta yeniden doğarsınız.