42'nci İstanbul Film Festivali'nde kendi adımıza seçtiğimiz ve 'iyi kötü' ön bilgiye sahip olduğumuz "Suç Bende", "Bırak Artık Şu Yalanları" ve "Gecenin Sonuna Dek" filmlerinin ne yazık ki hiçbirinin bizi tam anlamıyla tatmin etmediğini not olarak düşelim...
42'nci İstanbul Film Festivali bütün hızıyla sürerken ve film tutkunlarını bir kere daha sinema salonlarına davet ederken, bir kez daha bize, seçim açısından çok geniş bir film yelpazesi sunulduğunu fark ettik. Kuşkusuz 130’dan fazla yapımın konuk olduğu bir festivali gördüğümüz birkaç filmle değerlendirmek biraz iddialı hatta sakıncalı olabilir ama yine de dikkatimizi çeken birkaç film hakkında düşüncelerimizi paylaşmak isteriz.
Değerlendirmelerden önce şunu da belirtmekte yarar var: Tabii ki 'beklenti' yaratan filmlerin sayısı ve önceliği kişilere göre değişir. Dolayısıyla değineceğimiz filmler sadece kişisel tercihimize göre seçildi, genel kanıya göre değil. Son olarak kendi adımıza seçtiğimiz ve 'iyi kötü' ön bilgiye sahip olduğumuz bu filmlerin ne yazık ki hiçbirinin bizi tam anlamıyla tatmin etmediğini de not olarak düşelim...
SUÇ BENDE / MON CRIME
François Ozon, kuşkusuz son yılların en üretken ve ülkesi (yani Fransa) dışında da en fazla tanınan yönetmenlerinden biri. Bizce Fransız yönetmenin yoğun kariyerinde uzunca bir süre 'çift damardan' bir gidişat oldu. Ozon, sanki her iki filmden birinde ciddi bir estetik duyarlılığı ve mizah duygusunu hissettiren, uçarı, hafif ama basitliğe düşmeyen ve absürde varan eğlenceli yapımlar sunmayı başardı. Bir diğer yandan da aralarına her zaman çok daha ciddi, karamsar ve ağır dramlar serpiştirmeyi de ihmal etmedi.
Son filmi "Suç Bende" ise 1939 yılında yazılan bir tiyatro oyunun uyarlaması ve film bu izlenimi neredeyse her karesinde hissettiriyor. Ana hikâyesini Paris’te küçük bir dairede, beraber yaşayan biri başarısız bir oyuncu diğeri ise işsiz bir avukat iki genç kadın üzerine kuruyor. Bu kadınlardan oyuncu olanının önemli bir yapımcı tarafından cinsel saldırıya uğraması ve sonrasında bu adamın öldürülmüş bulunmasıyla başlayan mahkeme süreci filmin atmosferini oluşturuyor.
Filmde Ozon’dan alıştığımız bir yönetmenlik hakimiyeti ve (bilinçli bir şekilde) replik kokan konuşmalarda bile bir gerçeklik duygusu var. Aynı şekilde senaryoda birçok 'kıvrak' dönüm noktası ve belki de en önemlisi günümüzde hala süren 'MeToo' hareketinin yankılarını da net bir şekilde gözlemleyebiliyoruz.
Üstelik filmde başrolleri üstlenen Nadia Tereszkiewicz ve Rebecca Marden çok inandırıcı; onlara eşlik eden Fabrice Luchini, Dany Boon, İsabelle Huppert gibi dev Fransız oyuncular ise harika performanslar sergiliyorlar. Ancak işte yine de bu tiyatro oyunu sınırlarına 'kısılıp kalmak' hem filmin konumlandırıldığı önemli tarih aralığını (1930’lar Paris’i) hem de karakterlerin psikolojik iç dünyalarını ikinci plana atıyor ve film sanki tempolu ama sadece 'angaje' (her ne kadar haklı olsa da) bir yolda ilerliyor. Ozon’un diğer filmlerini göz önüne aldığımızda ve yönetmenin ne kadar incelikli, derinlikli karakterler yaratabildiğini düşündüğümüzde bu biraz yüzeysel bir tutum gibi geliyor.
İyi niyetli düşünürsek yönetmenin 'ilk' aşklarına dönme ve "8 Kadın" tarzında bir film çıkararak bir 'öze dönüş' hamlesinde bulunduğunu düşünebiliriz. Ancak bizce bu bir 'öze dönüşten' ziyade bir 'geriye dönüş'!
BIRAK ARTIK ŞU YALANLARI /ARRETE AVEC TES MENSONGES
Yazar Philippe Besson’un otobiyografik romanının uyarlaması olan bu film, ellili yaşlarda, tanınmış bir Fransız yazar olan Stephane’ın, bir konyak markasının 200. yaşı davetiyle kasabasına geri dönmesini ve burada gençlik aşkı Thomas’ın oğlu Lucas’la karşılaşmasını konu alıyor. On yedi yaşındayken başlayan ve cinsel yönelimlerinden dolayı sürekli gizlenen bu ilişki, Stephan’ın kasabadan ayrılışıyla sert bir şekilde bitmiştir ve aradan geçen 35 yıl süre zarfında Thomas evlenip çocuk sahibi olmuş ama sonrasında ailesini terk edip yalnız başına ölmüştür.
Aslında babasını asla tam olarak tanıyamamış Lucas’ın Stephane üzerinden onu anlamaya çalışması hikâyeye ilginç bir çıkış noktası sağlıyor. Ama ne yazık ki sürekli söylenemeyen, söylense bile açıklanamayan, açıklansa bile anlamdırılamayan sekanslarla süren gerilimli atmosfer sık sık Stephane’ın eski aşkını hatırladığı flashback sahneleriyle kesiliyor. Bu sahnelerdeki hızlı akış ve garip ışık seçimi Stephane ile Thomas arasındaki ilişkiyi cinsel birliktelik dışında daha duygusal bir boyuta taşımakta zorlanıyor. Hayatta gidilecek 'rotanın' belirlenmesi, babanın ve dolayısıyla kendinin sorumluluklarını algılanması, gitmenin mi yoksa kalmanın daha acı verici olduğu gibi derinlikli temalar ve sorular daha çok Stephan’ın duygusal gel-gitleriyle hızlıca geçiştiriliyor.
Bütün bunların yanında bizce filmde çok hoş açılımlar getirebilecek ama yeteri kadar üstüne gidilmemiş bir yan hikâye de var: Artık Amerika’da yaşayan Stephane, dediğimiz gibi çok ünlü bir yazar olmuş ama şu anda kariyerinde bir 'tıkanma' yaşıyor ve birkaç senedir roman yazamıyor. Dolayıyla kendisinin bu konyak markasının davetine gelmesinin bir nedeni de kuşkusuz popülaritesini kaybetmeme korkusu ve maddi kazanç elde etme istediği. Hatta hikâye ilerledikçe onunla bu organizasyonda ilgilenen, ağırlayan kadının da göründüğü kadar boş, gösterişçi ve maddiyatçı olmadığını da gözlemliyoruz. Ancak bu açılım da biraz yarı yolda bırakılıyor.
Sonuçta her şeye rağmen filmde belli bir ruh var, oyunculuklar başarılı ve işlediği konudaki hassasiyeti takdire şayan. Ancak orijinallik açısından pek öne çıktığını da söyleyemeyiz!
GECENİN SONUNA DEK / TILL THE END OF THE NIGHT
Heimat Film'in yapımcılığını üstlendiği bu Alman filmi, yönetmen Christopher Hochhausler’ın 9 senelik bir aradan sonra çektiği son yapım. Yönetmen "Gecenin Sonuna Dek" ile çift yönde ilerleyen, biraz 'hibrit' bir film çıkarıyor: Bir yandan klasik izler taşıyan bir 'film noir' izliyoruz. Bir diğer yandan ise yönetmen kendisi için önemli olan toplumda yerini bulmak için yönlendirilme, dışarıda da olsak hapiste olma duygusu ve kendini ifade etme yolu olarak seçilen yalanlar gibi temaları işliyor. Bir uyuşturucu baronunu yakalamak için şartlı salıverilen Leni ve onun gözetmeni polis Robert’in hikâyesi, hedef kişiyi bulma, onunla yakınlaşma, atlatılan tehlikeler ve elde edilen sonuçlar gibi 'thriller' türünün sarsılmaz kurallarını taşıyor ama bunun yanında çok önemli bir farklılık da gösteriyor: Hikâyenin baş karakteri Leni trans bir birey! Dolayısıyla onun Robert’la 'göstermelik' birlikteliği, filmi içinden çıkılmaz bir yakınlık/kıskaçlık/nefret ve yalan girdabına salıyor. Karakterlerin arasındaki iletişim(sizlik)ler ilginç, duygusal dalgalanmalar yoğun ve karakterler ince bir şekilde çizilmiş ama sonuçta elimizde kalan yine bir post 'film noir' örneği oluyor. Sanki film, sık sık bahsettiğimiz özellikleriyle benzerlerinden ayrışmaya çalışırken bambaşka bir yöne evrileceğinden çekinip tekrar klasik polisiye kalıbına dönüyor. Başka bir deyişle Leni hikâyeyi 'ateşleyen' pozisyonundan giderek hikâyede 'var olmaya' çalışan bir pozisyona geçiyor. Katıldığı Berlin Film Festivali'nde büyük ses getiren ve ödülle dönen filmin, kusursuz oyunculuklarını, sağlam atmosferini ve ulaşabileceği noktadaki potansiyelini göz önüne aldığımızda türünde bir başyapıt olabilecekken sadece sürükleyici bir polisiye filme dönüştüğünü görmemiz biraz üzücü!
Ne diyelim? Umudumuzu kaybetmeden diğer filmlerle devam edeceğiz.