Ulaş Bardakçı’nın hayatı 45 yıl önce, 25 yaşında devlet eliyle sonlandırıldı. Öyle olmasaydı, ondan çok şey öğretecektik. Bize yadigâr kalan, gülüşü, umudu ve kavgası.
Şarkılar, türküler, destanlar, ağıtlar, geçmişten izleri
günümüze taşıyor ve kimi iyi kimi kötü olayları bize hatırlatıyor.
Bu anlamda önderlik görevi üstlenen, şarkılarıyla tarihe not düşen
isimler var: Zülfü Livaneli’den Cem Karaca’ya, Grup Yorum’dan
Bandista’ya, Ruhi Su’dan Ahmet Kaya’ya… Şarkılarıyla bugünü yarına
taşıyan, dünü unutmamamızı sağlayan isimler bunlar. Neyse ki
çoklar. Hafızasız toplumda, bir anlamda hatırlatıcı görevi
üstleniyorlar –ki bize en gerekli şey bu.
Bu isimlerden çoğu, şarkılarla dünden yarına uzanan köprüyü
kurarken, bugünü eylemle geçiriyor. Anlattıkları, bizzat
yaşadıkları. Bu, anlatılanı değerli kılıyor. Kimi, ilerleyen
zamanda eylem dışına düşüyor belki ama ne olursa olsun, şarkıları
kalıyor ve biz, tarihin unutturulmaya çalışılan kısmını onlardan
öğreniyoruz.
Yirmili yaşlarıma, yeni üniversiteli bir genç olarak ulaştım.
Aile geleneği itibariyle hayata soldan bakarken, geçmişten gelen
kimi isimleri hep yanımda taşıdım: Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan,
çocukluğumda öğrendiğim, “güzel çocuklardı” diyerek bana anlatılan
insanlardı. Üniversite için Ankara’ya geldiğimde yeni isimler
duydum. Kimini okulumuzdaki “bıyıklı abiler” anlattı bana, kimini
kitaplardan öğrendim. Aralarında bir isim var ki, bir şarkı
sayesinde onu tanıdım: Ulaş Bardakçı. Zülfü Livaneli’nin el
altından elime ulaşan albümündeki türkülerden birinde geçiyordu
Ulaş’ın adı. Merak ettim, sordum, hikâyesini öğrendim… Her şey bir
yana, sadece bunun için bile Livaneli’ye minnettar kalabilirim.
Ulaş Bardakçı, bundan 45 yıl önce, İstanbul’da öldürüldü.
Maltepe Cezaevi’nden firar etmişti, Arnavutköy’de Üvez Sokak’ta
bulunan bir evde saklanıyordu ve henüz 25 yaşındaydı.
Arkadaşlarıyla birlikte, güzel bir gelecek için çabalıyordu.
Aile büyüklerinin ve “bıyıklı abiler”in anlattığı “güzel
çocuklar”dandı. Ardından çok şey söylendi, hikâyesi bir efsane
gibi bugüne ulaştı ama hiçbiri, yüreğimizi yakan ağıt kadar
etkili olmadı. Yukarıda sözünü ettiğim, el altından bana ulaşan
Livaneli albümü bu… “Ulaş”, ikinci şarkıydı: “Hele Ulaşa Ulaşa /
Ulaş benzerdi güneşe / Ulaş kardaş can veriyor / Yüreğim
düştü ateşe // Ulaşın elinde mavzer / Mavzeri türküye benzer
/ Bizimkiler böyle ölür / Böyle ölür bizimkiler // Tohumlar
düştü toprağa / Dokundum yeşil yaprağa / Kurban olam kurban
olam / Seni yaratan toprağa...”
Bu ağıtı bize ulaştıran ilk Zülfü Livaneli albümünün adı,
“Chants Révolutionnaires Turcs”. Belçika’da yayımlandı ve birkaç
yıl sonra karşımıza çıkan “Analarımız” adlı korsan baskıyı
saymazsak, Türkiye’de hiç basılmadı. Sözlerinin “geleneksel”
olduğu yazıyordu kapakta ve şöyle bir not vardı: “Güvenlik
güçleri tarafından 1972’de öldürülen genç devrimci Ulaş
Bardakçı için bir ağıt.”
Zülfü
Livaneli'nin Belçika'da yayınlanan “Chants Révolutionnaires Turcs”
albümü
Coodif tarafından basılan albümün tanıtım yazısında şu satırlara
rastlıyoruz: “1970′lerde emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin
kurdurduğu askeri dikta döneminde, işçi sınıfı hareketine ve
demokratik güçlere karşı yeni bir terör kampanyasına girişilmiş,
devrimciler katledilmiş, zindanlara atılmış, işkenceden
geçirilmiştir. Devrimci türkü geleneğini en etkin biçimde sürdüren
saz şairlerinden Zülfü Livaneli, plakta yer alan türkülerinde,
1970′lerin baskı dönemindeki yenilgi acısı ile savaşçı onurunu,
devrimci yiğitlikle halkın kararlı, uzun mücadele gereğini
kaynaştıran bir anlatıma ulaşıyor. Bu dönemde kendisi de baskı ve
zulme uğrayan ve en vurucu türkülerini hapishanede yazan Zülfü
Livaneli’nin müziğinin bir başka önemli yanı da, Anadolu’nun en
eski ve en yaygın çalgısı olan sazı, bugün büyük ölçüde ortadan
kaybolan geleneksel bağlama düzeninde çalmasıdır. Elinizdeki plak,
Anadolu’da yüzyıllardır süregelen sağlam devrimci damarı, mücadele
çizgisini bugünkü uzantılarıyla vermektedir.”
Bir başka yazı, Yaşar Kemal imzalı, 1977 tarihli bir tanıtım
yazısı: “Bir türkü bin yıl su altında kalıp arınmış bir çakıl taşı
gibidir. Büyük halk kütlelerini yüzyıllar ötesinden alıp işleye
işleye, süreler üstünden aşıra aşıra günümüze getirmiştir. Türküyü
her insan söyler, her insan söylerken de türküyü kendince bir kere
daha yaratır. Türkü insanlığın kanında olan, insanoğlunun kanıyla
yaratılan bir sanat yapıtıdır. Yüzyıllar boyunca halkla birlikte
büyük ustalar da damgalarını, kişiliklerini türkülere vururlar.
Yüzyıllar boyu yıkana yıkana gelmiş türküyle kişiliklerini katıp
ona yeni bir biçim verirler. Bölgeler, iklimler, koşullar da büyük
ustalarla birlikte, coğrafyalar da onlarla birlikte türküyü
kendilerine, kişiliklerine uydururlar. Bu, türkünün
zenginleşmesidir. (…) Türküleri bize yüzyıllar, milyonlarca insanın
emeği, tadıyla, aktarmasıyla getirir, her çağ da türkülere kendi
özelliğini katar. Bu türkülerin, insanlığın yasasıdır.”
Albüm kapağında “geleneksel” yazsa da, bu etkileyici ağıdın
yazarı, Yaşar Kemal. Yıllar sonra, 2010’da yayımlanan ilk şiir
kitabında (“Bugünlerde Bahar İndi”, Yapı Kredi Yayınları)
rastladığımız bu şiir, Livaneli tarafından ölümsüzleştirildi.
Sözleri, kitaptakinden biraz farklı. Değişmiş, dönüşmüş.
Albüme girmeyen kısım mânâlı: “Ulaş canım Ulaş gülüm / Sana
yakışmıyor ölüm / Sana demedim mi kardeş / Düşman hayin
düşman zalim /.../ Düşmanların aklı şaşa / Ulaş benziyor
güneşe / Bundan sonra yeryüzünde / Hep çiçekler Ulaş
aça.”
Tam bu noktada, Ulaş Bardakçı’nın çatışma sırasında söylediği
bir cümleyi anmanın tam sırası: “Bize ölüm yok!” Grup Ekin
tarafından bestelenen, sonrasında dillere düşen bir şarkının adı
bu. Topluluk, “Ulaş”ı “Marşlarımız” albümüne alırken, ona küçük bir
ek yaptı ve Üvez Sokak’ta yaşananları anlattı: “Alev saçan
namluların ortasından / bir direniş abidesi yükseliyordu. /
Anadolu, yıllar var ki böyle yiğitliğe tanık olmamıştı. / İşte
yeniden başlıyordu her şey. / Ayaklanmalar, ellerde çoğalan isyan
bayrakları / sıkılı yumruklar, sıcaklaşan namlular / her şey
yeniden başlıyordu. // Bize ölüm yok! / Ulaş’ın sesi bu /
Niyazi’yle, İbrahim’le ölüme meydan okuyor. // Hadi, cesaretiniz
varsa gelin! / Ulaş’ın sesi bu / Vatanımızın dört bir yanına dalga
dalga yayılıyor. // Asıl siz halkın savaşçılarına teslim olun! /
Ulaş’ın sesi bu / Umudun adını kanla yazıyor. // (zılgıtlar) /
Ulaş’ın sesi bu / İsyan tarihimizi geleceğe taşıyor. // Ulaş bu /
Adım adım, an an direnişi öğretiyor…”
Yaşar Kemal, bir söz ustası. Livaneli’yle yollarının kesişmesi
bir hayli eskiye dayanıyor. 40 yılı aşan bir dostlukları var –ki bu
sürede pek çok şeyi birlikte yapıyorlar; şarkılar/türküler hariç
değil. Livaneli’nin 1977 tarihli albümüne adını veren “Merhaba”,
sözleri Yaşar Kemal’e ait bir çalışma. 1980’de yayımlanan bir
Livaneli kasetine adını veren “İnce Memet Türküsü” ise onun
romanından esinle bestelenmiş. Onun içindir ki, Zülfü Livaneli,
büyük ustanın ardından yazdığı yazıda türkülerden dem vuruyor:
“Yaşar Kemal adı geçtiği ya da onu aramayı düşündüğüm ya da onunla
ilgili bir şey hatırladığım zaman aklımda deli deli türkülerin
dolaşması neden acaba? Ona telefon açarken ‘üstü kan köpüklü meşe
seliyim’ derim içimden. Evine doğru giderken ‘derde deva derler
kartalın yağı’ türküsünü mırıldanırım. Buluştuğumuzda bu kez onunla
birlikte ‘deryanın bekçisi ben oldum’u söyleriz. Böylesine tepeden
tırnağa çiçek açmış, türküye durmuş bir başka insan gelip geçti mi
bu dünyadan bilmem. Belki Karacaoğlan, belki Dadaloğlu, belki adını
bile duymadığımız; dağların, koyakların, turaçların, kartalların,
gazellerin türküsünü söyleyen bir başka ozan.” (1 Mart 2015,
Cumhuriyet) Livaneli’nin Yaşar Kemal’le dostluğunun boyutlarını ve
yaşananları merak ediyorsanız, başvuracağınız bir kaynak var:
“Gözüyle Kartal Avlayan Yazar: Yaşar Kemal” (Doğan Kitap, Şubat
2016), ilk elden tanıklığın hikâyesi.
“Ulaş”a döneyim… Yaşar Kemal’in tek şiir kitabının editörü Güven
Turan, bu şiiri de barındıran kitabın girişinde şunları söylüyor:
“Öncelikle dikkatimizi çeken, [“Merhaba” ile birlikte] her iki
şiirin de geleneksel halk şiirinden beslenmiş oldukları. Özellikle
ses, ton halk şiiri kaynaklı. Gene de, kalıpların benzerliğine
karşın, özgün ve klişelerden uzak şiirler bunlar. Form olarak da
kolay sınıflandırılır gibi değiller. Örneğin ‘Ulaş’ şiiri Ulaş
Bardakçı için yazılmış bir ağıt mı? Bence değil... Ne yakınma var
ne acıma... Vahlanma yok, ağıtların temeli olan. İsyancı bir şiir
aksine; diklenen bir şiir... Bir destan mı? Böyle olmasını
engelleyen temel bir şey var: Anlatımcı değil, sayıp dökmüyor,
öykülemiyor kahramanlıklarını Ulaş'ın. Ayrıca, sadece Ulaş'a da
odaklanmıyor: ‘Selam söyle’ diye 1960'ların ve 1970'lerin öldürülen
devrimcilerini kuşatıyor. Eluard'ın, Aragon'un savaş sırasında
yazdığı şiirler gibi, kolay kolay kabına, kalıbına sığmayan bir
şiir ‘Ulaş’ bence."
Ulaş Bardakçı’nın hayatı 45 yıl önce, 25 yaşında devlet eliyle
sonlandırıldı. Öyle olmasaydı, ondan çok şey öğretecektik. Bize
yadigâr kalan, gülüşü, umudu ve kavgası. Güzel günlere ulaşmak için
ilerlerken, dilimizde dolanan, Yaşar Kemal’in ağıtı: “Ulaş benim
gülüm güzel / İnsanlığım yolum güzel / Kardeş sen öldükten sonra /
Vallah billah ölüm güzel // Şu boğazın günden yanı / Gitti gelmez
Ulaş hani / Bu dünya güzel olacak / Bu insan güzel olacak / Ulaş
kardeş koç yiğidim / Görmeyecek güzel günü…”
Ulaş’ın göremediği “güzel” güne, onun öğrettikleriyle
ulaşacağız.