Türkiye’de popüler Batı müziğinin başlama vuruşu olarak kabul edilen şarkı, İlham Gencer tarafından plak yapılan “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”. Doğrudur, Türkçe sözlü ilk “hit” şarkı budur ama öncesi var –ki Durul Gence, tam da bu noktada sahneye çıkıyor. Somer Soyata ve Arkadaşları adıyla bir dönem ortalığı kasıp kavuran Deniz Harp Okulu Orkestrası’nın efsane davulcusu...
Memleket müziği arkeolojik kazı alanı gibi. Olmadık zamanlarda bizi heyecanlandıran kayıtlar ortaya çıkıyor, aklımızı alıyor. Yakın dönemde, 45 yıldır sandıkta saklanan iki şarkı, İngiltere’de basılan bir 45’lik plak üzerinde bizlerle buluştu. Sözleri ve müziği Durul Gence’ye ait şarkılar bunlar: “Black Cat” ve “Boo Song”.
Durul Gence, popüler Batı müziğinin memlekete girdiği andan itibaren sahnede. Türkiye’deki ilk rock’n’roll orkestrasının kurucularından. Bütün zamanları yaşamış, her dönemde elinde bagetleriyle sahnede. Adını duyurduğu dönem, ‘60’lı yıllar. Memlekette bu dönem biraz dertli: O yıllarda, standartlar çalınırken mümkün olduğunca yorumdan kaçınılması gerekiyor. Bir şarkı orijinaline ne kadar yakın icra edilirse, çalan orkestra, o kadar başarılı sayılıyor. Durul Gence, o yıllarda bu anlayışı kıran insanlardan. Müziğe sınır getirilemeyeceğini savunuyor ve liderliğini yaptığı, adını verdiği orkestralarıyla yaptığı çalışmalarda ekip arkadaşlarını serbest bırakıyor. Bu, ilerleyen yıllarda bir tavır hâline gelecek, memleket müziğinin önünü açacak. Bu anlamda, Durul Gence’yi bir öncü olarak kabul etmek gerek.
İcracılığı, aranjörlüğü, eşlikçiliği, şefliğiyle simgelenen müzisyenliği bir yana, eğitimciliğiyle de memleket müziğine çok şey kazandırmış isimlerden biri Durul Gence. 2013 yılında, davul setinin başında 60. yılını kutlamış, bu vesileyle o yıl 20. kez düzenlenen İstanbul Caz Festivali tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü’yle onurlandırılmıştı. Sadece caz değil, Batı müziğinin her türünde ürünler vermiş. Her şey bir yana, az önce söyledim, rock’n’roll’un memlekete girişini sağlayan ekipte o var! Türkiye’deki ilk rock’n’roll topluluğu olan Deniz Harp Okulu Orkestrası’nın elebaşlarından.
Türkiye’de popüler Batı müziğinin başlama vuruşu olarak kabul edilen şarkı, İlham Gencer tarafından plak yapılan “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”. Doğrudur, Türkçe sözlü ilk “hit” şarkı budur ama öncesi var –ki Durul Gence, tam da bu noktada sahneye çıkıyor. Somer Soyata ve Arkadaşları adıyla bir dönem ortalığı kasıp kavuran Deniz Harp Okulu Orkestrası’nın efsane davulcusu. Genç bir subay adayıyken (aralarında Erkut Taçkın’ın da bulunduğu) arkadaşlarıyla 1955 sonrasında bu topluluğu kuruyor. Rock’n’roll’un dünyayı kasıp kavurmaya başladığı yıl yani... Bu kadar ileri görüşlü bir genç.
İlerleyen dönemde kurduğu Durul Gence 5, Ajda Pekkan, Ertan Anapa, Alpay, Tanju Okan, Özdemir Erdoğan, Güneri Tecer gibi dönemin önemli isimlerine eşlik eden bir orkestra ama faaliyeti bununla sınırlı değil. Kendi adına da plak yapıyor: “A Taste of Honey / The Pied Piper”, bunlardan biri. “Durul Gence 5 ile Bir Yaz Akşamı” ve “Durul Gence 5 ile Yıldızları Ziyaret”, o dönem yaptığı çalışmalardan derlenen iki albüm. En yakın rakibi, zaman zaman Deniz Harp Okulu Orkestrası’nın konserlerine de iştirak eden eski arkadaşı Yalçın Ateş tarafından kurulan Yalçın Ateş 6. Sonrasında, Durul Gence 10’u kuruyor. Bu topluluğa az sonra değineceğim ama öncesinde sanatçının müzik yolculuğundaki köşe taşlarından söz edeyim…
Durul Gence, müziğe lise yıllarında başlıyor. Ankara TED Koleji’nde eğitim görürken, şehrin ilk orkestralarından biri olan Sweaters’ı kuruyor. Sonrasında Sextet SSS ve ilk plaklarında Alpay’a eşlik eden (Şanar Yurdatapan ve Tarık Öcal’lı) Arkadaşlar var. Almanya’da kurduğu Black Points, bu bahiste anılması gereken topluluklardan. Durul Gence, bu ekiplerde Onno Tunç’tan Şerif Yüzbaşıoğlu’na, Erol Duygulu’dan Cezmi Başeğmez’e dönemin mühim müzisyenleriyle çalışıyor. İlk caz emisyonlarını Nejat Cendeli (piyano), Melih Gürel (korno), Metin Gürel (flüt) ve Selçuk Sun (kontrbas) ile gerçekleştiren Gence’nin yaptıkları, topluluğunun Durul Gence 10’a evrilmesiyle bambaşka bir hatta giriyor. Emin Fındıkoğlu’nun yaptığı düzenlemeleri çalan orkestra, döneminin belki de en iyisi. Yaptıkları bir konser albümü ve birkaç 45’lik, hâlâ aşılamamış işler. Bunlar arasında bulunan “Şeyh Şamil” bunlara küçük bir örnek: Durul Gence’nin alameti farikası, geç dönem bir Anadolu-pop klasiği, “yerli caz”ın şahikası, bir "düzenleme nasıl olur" dersi. Bu noktada, “İlk Konser” adını taşıyan, topluluğun Fitaş Sineması’nda verdiği konserin kayıtlarından oluşan albümün talihsizliğinden bahis açayım, Memleketin hâlini ortaya seren enteresan hikâyelerden biri bu. Dikkatli kulaklar, albümdeki şarkıların “hızlı” olduğunu, solistlerin sesinin incecik çıktığını, Duru Gence’nin konuşmalarının normalden daha seri olduğunu fark etmiştir belki. O dönemin prodüktörleri, bu uzun konseri iki albüme yaymak istememiş, tek albümde tamamını toplamış ama süre biraz uzun olduğu için küçük bir cinlik bulmuş ve kaydı hızlandırmış. Bunların sebebi, bu. Durul Gence’nin yeğeni, bu albümde ve doğal olarak ilk konserde şarkıları söyleyen (Durul Gence’nin kardeşi) Serpil Gence’nin oğlu Mehmet Atılgan, şu anda “hızlı” haliyle müzik platformlarında bulunan bu kayıtları düzeltmek için çabalıyor. Yakın dönemde, onları gerçek sesleriyle dinlemek mümkün olacak; en azından temennimiz bu yönde.
Mehmet Atılgan ismini anmışken, bugünkü yazıya konu olan 45’likten söz edeyim çünkü Durul Gence’nin hikâyesinde de bu noktaya geldim aslında. Plak üzerinde ilk kez karşımıza çıkan şarkılar, 1974 yılında yapılan iki kayıt: “Black Cat” ve “Boo Song”. Şarkılar, sözleri ve müzikleriyle Gence’nin özgün çalışmaları. İlk kez, Oslo’da Asia Minor Mission ile birlikte verdikleri konserde dinleyici karşısına çıkmış. Konser, o dönemin olanaklarıyla kaydedilmiş ve Gence, bu kayıtları, 1974 yılında Hollanda’da tanıştığı bir müzisyene dinletmiş. Az önce hikâyeyi bu noktadan sürdüreceğim ama öncesinde, bu karşılaşmanın ve Oslo’da düzenlenen konserin hikâyesini anlatayım…
Asio Minor Mission, ‘70’li yılların ikinci yarısında kurduğu, çok önemsediği caz topluluğu. 1979 yılında Danimarka’da Mehmet Ozan’la yaptığı “İstanbul Ekspres” albümünün öncesinde, onu memleket sınırları dışına taşıyan topluluk bu. Gence’nin yolunu Norveç’e düşürmesi, memlekette yapamadığı özgür çalışmalara ulaşma isteğinden. “Benim gibi düşünen ve kafası kafama uyan birkaç müzisyen arkadaşla uzaklara gitmek, sessiz, sakin bir yerde biraz vakit geçirip müzikal eğilimlerimizi yeniden keşfetmek, bugüne kadar yaptıklarımızın üzerine neler katabileceğimizi görmek istiyorduk,” diyerek açıklıyor bu gidişi. Norveç, bütün araştırmalar sonunda karşılarına çıkan ülke. Ancak dillerini bilmedikleri, temasta olmadıkları bu ülkeye gitmeleri zor. Bu da, bir tesadüfle çözülüyor: Bir gece, çaldıkları bir kulüpte onları dinleyen ve Norveç’te yaşayan Türkiyeli bir kaptan, Yılmaz Dağcı, onları Norveç’e davet ediyor. Ekip isteği ikiletmiyor ve ilk fırsatta toplanıp bilmedikleri bir maceraya doğru yola koyuluyor. Sonrasını, Durul Gence anlatsın: “Kaptan Yılmaz Dağcı’nın bizi konuk ettiği mekânın dış görüntüsü, kulesi ve rüzgâr göstergesi ile bir masal evi kadar büyüleyiciydi. Şekerci dükkânına girmiş çocuklar gibi mutlu ve şendik. Buradaki düzeni kurup çevreye alıştıktan sonra yapmak istediklerimin ilk örnekleri olan iki parça (45’likte yayımlanan şarkılar) Oslo’da doğdu.” Gence, “Black Cat”i, “sıkıntılı geçen bir günün akşamında” dalgın eve dönerken aniden karşısına çıkan ve onu korkutan kara kediyle karşılaştığı ânın hemen sonrasında yapmış: “Doğrusu kedi o kadar besili ve iriydi ki onun vahşi bir hayvan olabileceği düşüncesiyle irkildim. Kuzey ülkelerinde erken bastıran karanlık ve çevrede kimsenin olmaması beni daha da ürkütmüştü. Bu durumda yapılacak en doğru şeyin eve dönmek olduğuna karar vererek acele adımlarla oradan uzaklaşıp evimize geldim ve o heyecanla piyanonun başına oturdum.”
“Boo Song” ise Oslo’da, (ekipte bariton saksofon ve klarnet çalan) İrfan Sümer’in Hintçeden tercüme edilmiş bir şiiri okuduğu günün sonrasında çıkmış. “Şiir kadınlara övgü ile başlıyor ve aşk tanrıçasının yaptığı azizliklerden dem vurup başta kendisi ve aşk tanrıçası olmak üzere ‘Herkese yuh olsun!’ diye bitiyordu…” Şiirden etkilenen sanatçı, hissiyatını bu şarkıya aktarmış.
Her iki şarkı, Asio Minor Misson’ın Oslo’da verdiği konserde çalınmış. Az önce söyledim, bu konserin kayıtları, birkaç ay sonra Hollanda’da, şarkıları anlayan bir müzisyenle buluşmuş.
Bu noktada, hikâyeye ara vereyim ve biraz Peter Tetteroo’dan söz edeyim. Tetteroo, 1966 yılının 8 Temmuz günü Hollanda’nın Delft şehrinde kurduğu topluluğu Tee Set ile ününü ülke dışına taşırmış, sınırları aşmış bir müzisyen. ‘70’li yılların başlarında, en popüler oldukları dönemde Türkiye’ye gelen ve konserler veren topluluk, bir de Türkçe 45’lige imza atmıştı: “Yol”. Şarkının sözlerinde Durul Gence imzası var –ki buluştukları nokta, Delft.
Durul Gence, yolunu Oslo’dan sonra Delft’e düşürmüş. Peter Tetteroo ile orada tanışmış. Ona Oslo’da verdikleri konserin kaydını dinletirken, Tetteroo, iki şarkıyı beğenmiş ve onları stüdyosunda kaydetme önerisiyle gelmiş. Gence, stüdyoyu “insana biraz terk edilmiş hissi veren küçük ve ilkel bir stüdyo” olarak tanımlıyor.
Hikâyede bir de “hayalet gitarcı” var. Mehmet Atılgan anlatsın: “Stüdyoda kırık dökük ekipman var ama çok iyi bir de gitarist var. Onun adını hâlâ bulamadık. Dayım, Ferry Lever diye hatırlıyor ama onu bulduk, ‘ben değilim’ dedi. Tee Set sonrasında After Tee grubunda da çalmış ama o gün kayda girmemiş. İhtimal verilebilecek iki gitariste de ulaştık, ‘biz değiliz’ dediler. Şarkıya epey katkısı olan bir gitarist bu. Finders Keepers’a durumu anlattık, hikâyeyi sevdiler, ‘bunu da yazalım, hakları saklı olmak üzere plağı yayımlayalım’ dediler. İşin içinde bir de hayalet gitarist var yani…”
Şarkıların 45 yıl sonra yeniden ortaya çıkışı, bir başka tesadüf sonucu. Mehmet Atılgan, bir aile buluşmasında kaydı keşfetme serüvenini şöyle anlatıyor: “Kalabalık ailenin bir kısmı Türkiye’de farklı şehirlere dağılmış, bir kısmı yurtdışında. Teyzem Londra’da, iki dayım Ankara’da, annemle ben Moda’da yaşıyoruz. Kuzenlerin de biri dışında hepsi İstanbul’da. Birkaç yılda bir teyzemlerin Cihangir’de tuttuğu bir evde bir araya geliyoruz. Bu buluşmaların birinde, bundan beş yıl önce, Durul dayım, içinde dedem Mehmet Gence’nin sesinin olduğu bir CD çıkarttı. Onu dinlerken duygusal anlar yaşandı, sonrasında da derin bir sohbet başladı. O esnada faz gitarlı bir şarkı duyuldu. ‘Bu ne’ dedim kendi kendime; baktım, kimse duymuyor, dayıma sordum. ‘Hollanda’da yaptığımız bir kayıt’ dedi, hikâyeyi anlattı… Şarkıyı, konser kaydından biliyordum. Bir şekilde basılmayı hak eden şarkılar olduğunu dayıma söyledim, süreç öyle başladı.” O dönem Urla’da yaşayan Atılgan, Ankara’ya gittiği bir ara şarkının orijinal kaydına ulaşmayı başarmış: “Bantlar elimizde mi, onu bilmiyorduk. Dayım hepsini saklamış ama nerede olduğu belli değil. Urla’dan Ankara’ya gittim, bütün kolileri açtım, bantlara tek tek baktım ve nihayet kayıtları iki tane küçük, sevimli, bebe makara bantın içinde buldum. Hemen Shades’e gittim, Süleyman (Özyıldırım) beni Bora (Duman) adında bir arkadaşına yönlendirdi; o da bizi TRT’de çalışan Ali Balakbabalar adlı bir neyzene gönderdi. Ona teslim ettik, en iyi formatta bize çekip getirdi. Sonrasında bir-iki küçük işleme tabi tuttuk ve plakta yayımlanan şahane kayda ulaştık.”
Atılgan, aslında bugüne kadar yayımlanmayan Oslo konserini ortalığa çıkartmak üzere yola koyulduklarını, Finders Keepers’ın bu iki şarkıyla ilgilendiğini söylüyor. 45’lik plağın yayımlanması, hayallerinin önüne geçmemiş. Hâlâ o konserin kaydını yayımlamayı istiyor. Memleket müziği açısından önemli bir belgenin yeniden ortalığa çıkacak oluşu elbette şahane. Bize düşen, bu kaydı beklemek ama öncesinde, 45 yıl öncesinden gelen iki “yeni” şarkının olduğu plağı pikaba yerleştirip keyfine varmak, en güzeli.
Durul Gence, sonrasında çalışmalarını memlekette sürdürdü. ‘80’li yılların ilk yarısında kurduğu konser topluluğu Durul Gence 12 ve sonrasında Tuna Ötenel’den Bilgehan Erten’e pek çok sanatçının katıldığı değişik kadrolarla verdiği konserler, yaptığı çalışmalardan birkaçı. Avrupa ve Amerika’da bazı büyük festivallerde de çaldığı bilgisini de buraya ekleyeyim.
Sadece icracı yönünü anmayalım elbette. Durul Gence’nin caza asıl katkısı, yıllar boyunca yetiştirdiği gençler. Ankaralılar bu anlamda çok şanslı. Hacettepe ve ODTÜ’de verdiği caz tarihi dersleri, bilhassa 90’lı yıllarda pek çok öğrencinin ufkunu açtı. Ben de kendi adıma, ODTÜ’deki tıklım tıklım Durul Gence derslerine utanarak sızdığımı, saklanarak onu dinlediğimi itiraf etmeliyim. Öğrenci bile değilken gittiğim bu derslerde öğrendiklerim bugün sadece "bilinçli" dinleyiciliğimin değil, müzik yazarlığımın da temelini oluşturur. Bir temenni daha: Keşke bu ders notları yayımlansa, elimizde güvenilir bir kaynak olsa…
Yazının sonunda yeniden Durul Gence’ye döneyim ve plak hakkındaki görüşlerini aktarayım: “[Bu iki şarkıyı] çoğunlukla benim bestelediğim diğer yeni parçalar izledi. Kendi müziğimizin esintilerinin sürekli hissedildiği bu özgün yapıtları, o yılların favorisi fusion tarzında üretmiş ve çalmış olmak ayrı güzel bir duygu ve tadına doyulmaz bir zevkti. Şimdi artık ‘Black Cat’i dinlerken standart stüdyo kayıt kısıtlamalarının dayattığı gibi değil, kendimize özgü bir tarzla kaydedip plakta dinliyor olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. 45 yıl önce duyduğumuz seslerin titreşimlerini bu günlere taşıyarak ortaya çıkaran bu operasyonda emeği geçen başta yeğenim Mehmet Atılgan olmak üzere herkese ve bu çalışmalara kucak açmış olan Oslolulara, Delftlilere ve Londralılara, Norveççede ‘binlerce teşekkür’ anlamına gelen ‘tusend tak’ diyorum…
Aynı teşekkürü daha büyük bir coşkuyla Durul Gence’ye yönlendiriyor, yaptığı onca çalışma karşısında onu ayakta alkışlıyorum. Böylesi bir müzisyeni tanımak, konserlerine şahit olmak, yıllar sonra onun iki “yeni” şarkısını dinlemek inanılmaz. Son bir şey: Kısıtlı sayıda 45’lik, yakın zamanda İstanbul Zihni Müzik, Ankara Shades’te satışa sunulacak. Sonradan pişman olmamak için adımlarınızı hızlı atın.