Uyarı: Yazı diziyle ilgili sürpriz gelişmeleri açık etmektedir.
Bir işi yaparken en güçlü yanlarınızı ortaya koymak, meseleyi daha iyi kotarmanız için size avantaj sağlar kuşkusuz. Burak Aksak ve Selçuk Aydemir de öyle düşünmüş olacaklar ki, “50 m2”de en bildikleri yerden girişmişler işe… Bir mahalle olsun, mahalleyi tehdit eden bir durum olsun, bir grup erkeğin öncülük ettiği bir hikaye gelişsin ve komik olsun… Ki, kör gözüm parmağa bir iki durum dışında bu hattın işlediği bile söylenebilir. İşlemeyen şey, “entrika olsun, biraz kentsel dönüşüm koyalım, az da ‘geçmişi olmayan adam’ serpiştirelim, kötü adamlardan korksunlar, iyilerle hüzünlensinler” kısmı… Çünkü çok maharetli olmadığınız alanlara girmek ayrı bir özen ve çaba gerektiriyor. Üstüne üstlük bir de “hem dramlar yaşansın ama arada kahkahalar da yankılansın odaların içinde” diye düşünmüşseniz işiniz daha da zor.
“50 m2”nin estetik dertleri çarpıyor önce gözümüze kaçılmaz olarak. İlk üç bölüm boyunca tonunu bir türlü tutturamayan, acıklı bir geçmişin içinden bir anda saçma komedi anına savrulduğumuz, sonra bir anda yeniden dramatik bir durumun içinde kendimizi bulduğumuz bir anlatı söz konusu. Bu durum ilerleyen bölümlerde, ağırlığını daha fazla komediye vererek biraz tutarlı hale geliyor belki ama en başta verilen arıza karakterlerin kurulumunda ortaya çıkardığı tutarsızlığın devamına engel olamıyor. Muhtar karakterinde Cengiz Bozkurt’un bir türlü kurtulamadığı (ya da ondan sürekli istendiği için yapmak zorunda kaldığı) Erdal Bakkal’ın ruhu buraya da musallat olunca karakter, dramatik etki yaratılmak istenen kimi anlarda bu yükün altında kalkamıyor. Çünkü daha birkaç dakika önce kankası Turan ile şekilden şekle girdikleri komik bir andan yeni çıkmış oluyoruz. Burak Aksak, “Leyla ile Mecnun”da tutturulan tonu burada da deniyor hissine kapılıyoruz bazen… Ama bu dizinin tek bir tonu vardı. Kentsel dönüşüm anlatırken de, cinayet işlenirken de aynı tonu tuttururdu. Karakterlerini, hikayeyi ciddiye almamızı beklemezdi. Oysa burada “geçmişi olmayan adam” Gölge’nin hikayesini, Yakup’un pişmanlıklarını, Civan’ın hırslarını, Servet’in kötücüllüğünü ciddiye almamız isteniyor sıkça.
Ama nasıl alalım ki? Az önce ciddi ciddi adam öldüren sebepsiz kötü adam Servet’in psikolog koltuğunda dert döktüğünü, Servet’in bir başka kötü adamı öldürdükten iki gün sonra onun bütün malvarlığına çöküvermesini, Mesut gibi bir çapsızın nasıl olup da bütün mahalleyi borçlandırdığını görünce mesela… Ya da kadının evde olmadığı bir kız isteme sahnesinin olabileceğine, Civan’ın yıllardır birlikte olduğu sevgilisi ailesi tarafından verilince kapı önünde hava alırken aldatıldığını öğrenebileceğine ve uzatsak sayfalarca gidecek daha birçok sahneyi görünce ciddiye almak biraz zorlaşıyor tabii. Tek tek sıralamak uzun süreceği için tek bir notla yetineyim: “50 m2”, olay örgüsü inşa etmekte zorlandığı için meseleleri tesadüfi karşılaşmalarla, kesişmelerle çözmeye çalışıyor çoğu zaman…
Dizinin bir türlü tutturulamayan bu ton farkı, seyirciyi bir duygudan başka bir duyguya geçirmiyor haliyle… Evet, yazar ve yönetmenin komedideki maharetini düşünürsek dizi boyunca eğlenceli ve komik hayli sahne var. Ama bütün bunlar skeç skeç gidiyor ve aslında çoğu zaman bütünlüğü de parçalıyor.
Çocukken Servet tarafından ailesinden koparılmış ve tetikçi yapılış Gölge’nin Adem’e dönüşümü de keza öyle… Tesadüf eseri, 50 metrekarelik terzi dükkânında ölen bir adamın oğlu kılığına giren Gölge, bir yandan Servet’ten kaçmaya çalışıyor ama öte yandan mahalleye yerleşiyor. Daha bir gün önce kaçak yollardan konteynır içinde memleketi terk etmeye çalışırken, bir gün sonra mahalleliyi kentsel dönüşüme karşı örgütlerken buluyoruz kendisini. Arada John Wick misali başına ödül konuluyor ve “bütün İstanbul” onun peşine düşüyor… Bir süre sonra unutuluyor bu, aradan iki bölüm geçtikten sonra Servet “noldu yav Gölge işi. Vazgeçtim ben ondan boş verin” deyiveriyor.
Bu geçmişi olmayan adam klişesinin Türkiye için bile (Ezel, Kurtlar Vadisi vb.) eski bir hikaye olduğu gerçeğini bir yana koyalım koymasına da, böylesine neresinden tutacağımızı bilemediğimiz bir anlatı çıkınca mecburen kalıyoruz orada. Ki dizi de bize bunun için birçok neden sunuyor. Dizide elle tutulur bir biçimde rolü olan üç kadından ikisinin kötü olması (biri Civan’ı aldatıyor, diğeri Servet’in pis işlerini hallediyor) notunu iliştirelim bir köşeye dursun. Ama erkek temsillerindeki öldürücülüğe dair birkaç kelam etmeden geçmemek gerek. Maşallah dizideki adamlar, ancak birisini öldürdüklerinde ‘erkek’ olabiliyor. Tabii ki Gölge daha çocukken babasını öldürüp meseleyi çözdüğü için onun erkeklik sorunu yok! Ama Servet azılı düşmanını, Yakup istemeden de olsa bir tetikçiyi öldürdükten sonra erkekliklerini yeniden inşa ediyorlar. Civan, kırılan erkeklik onurunu, kayıp geçmişini babasını öldürerek tamir ediyor… Kan akmayınca, birilerinin canı yanmayınca erkeklik kurulamıyor, özgüvenler inşa edilemiyor belli ki.
Yalan bir hayatı yaşayan Gölge’nin başka bir yalan hayatın içinde Adem olmaya çalışması fikri güzel dursa da bunun için seçilen anlatı çok klişe, estetik tercihin ise kafası çok karışık. Haliyle oyuncuların da kafası karışık. Tutarlı hale gelemeyen, durmadan değişen karakterler çıkıyor ortaya büyük oranda. Aklımızda kalan tek şey, gerçekten çok iyi yazılıp oynanmış çok komik birkaç sahne… Ötesi “biz bu filmi görmüştük” sepetine giriyor ne yazık ki.