Türkiye’nin bu krizi bal gibi de yüksek karbon krizi, fosil yakıt krizi. Bu karbon krizi uğruna 563 milyar doları gaz, petrol ve kömür tüccarlarına kaptırdık. Bir o kadarını ve belki de daha fazlasını da devlete... Fosil yakıt tüccarlarına bu parayı kaptırmasaydık 549 milyar dolar cari açık değil, 14 milyar cari fazlasını konuşacaktık.
Geçen hafta seçim gündemi TL’nin erimesi ile bir kez daha ateşlendi. Ekonomistler bunun yapısal boyutuna vurgu yapıyor. Mustafa Murat Kubilay “TL Neden Dolar Karşısında Eriyor” başlıklı yazısında Türkiye’nin son 10 yılını kibir, rehavet, cehalet ve dalalet dönemleri olarak tanımlıyor. Bu tanımlamada ülke içine giren para ve bu paranın kapattığı cari açık üstünden detaylı bir analiz yapıyor.
“IMF partisi mi alternatifler mi?” başlıklı Ali Rıza Güngen’in yazısı ise Mart 2018 itibariyle yıllık cari açığın 55 milyar doları aştığını ortaya koyuyordu. Mart ayı ortalama kuruna göre 214 milyar TL’lik bir açık var yani. Bir yılda ne yapıp da bu kadar açık verdiğimiz, daha kötüsü bir yıl içinde 240 milyar dolarlık bir borç ödemesi olduğu yazıda belirtiliyor.
Mevcut açık ve ödenecek borç küresel iklim fonunda ihtiyaç duyulan yıllık 100 milyar doların neredeyse üç katı. Yani iklimi üç yıl boyunca kurtarabilirdik. Şimdi elimizde hiçbir şey yok.
Ancak dahası var. Mevcut iktidar öyle bir cari açık yarattı ki dillere destan. Bu ülkede her zaman cari açık vardı ve 1984-2001 arası toplam cari açık 21,8 milyar dolar iken 2005’ten sonra her bir yıl tek başına bu 17 yıldaki cari açıktan fazlasını verdi. Bir tek kriz yılı olan 2009 hariç. O da 2001 öncesi en fazla cari açık veren yıldan bile fazla bir cari açık verdi.
Ekonomistlerin açıklamaları bir yana, iklim bilimi ve toplumsal siyasetle uğraşan bizler için ortada çok keskin bir resim var: Karşımızdaki bal gibi de yüksek karbon krizi. Fosil yakıt bağımlılığının atması, artan bağımlılık ile artan ithalat resmi bu cari açık tartışmalarının önemli bir tarafını oluşturuyor.
YERLİ KÖMÜR BİR YALANDI
Türkiye’de 2002 yılında kriz mevcut iktidarı devirmiş, yeni iktidara Derviş’in neo-liberal reçetesi hediye edilmişti. Enerji cephesinde ise 2001 yılı, konutlarda kömür tüketiminin en az olduğu yıldı. Yeni konutlar yapılsa bile eskisinden daha verimsiz ve daha enerji canavarı değildi. Doğalgaz kömürün yerini almış, büyük kentlerde hava kirliliği azalmıştı. Enerjide ise küçük bir ithal kömür santrali dışında ithal kömür ithalatında olağanüstü bir durum yoktu.
Böylesi bir resimde yeni iktidarın gözünü diktiği alanlardan birisi de enerji sektörü idi. Ancak ülkede ne doğalgaz ne petrol vardı, kömür ise çok kötüydü. Strateji planlarında bile yerli kömürün pis, tozlu, nemli ve düşük kalorili olduğu yazıyordu. Artık evlerde de yakılamazdı çünkü malum kentler doğalgaza alışmıştı. Yani yerli kömür koca bir yalandı.
DÜNYADA YÜKSEK KARBON EKONOMİSİ
Dünyada iklim değişikliği alanında bir rekabet başlamıştı ve 2000’lerin başında AB’de bir dizi girişim ile iklim, enerji verimliliği, binalar, ulaşım konusunda mevzuat oluşturuluyordu. Zaten BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto’ya taraf olmuşlar, yüksek karbon ekonomisini yavaşlatacak kararları başlatmışlardı.
Dünyada gelişen bu eğilim yüksek karbon pazarı için olumlu değildi ve bu alanda şirketler için yeni adreslere ihtiyaç vardı. Bu gelişmeler Türkiye’deki iktidar için bir fırsattı. Böylece çimento, otomotiv, petrol şirketlerini ülkeye çekebilir, enerji alanında ciddi bir sermaye girişi yapabilirdi.
KARBON KAÇAĞI!
AB içinde yüksek karbon oyuncuları yeni düzenlemelerle bu alanları terk edecekti. Ama başka bir sorun vardı. Bu durumda bu düzenlemelerin olmadığı ülkeler ile nasıl rekabet edeceklerdi? Yani ülkede siz çimento üretmeyecektiniz ama ithal edecektiniz. Bu işte tam bir karbon kaçağı idi. Türkiye karbon kaçağı meselesini çok iyi değerlendirdi. Politikaları ile özellikle AB’nin iklim politikaları yüzünden adres arayan şirketlere adres oldu. Çimento örneğini burada bırakalım ve detay isteyenlere sektörün analizini yaptığımız “Bir yıkım filmi: The çimento” yazısını önerelim.
YÜKSEK KARBON EKONOMİSİNİN ALTIN DÖNEMİ
Türkiye’nin yüksek karbonlu ekonomi modeli 2010 yılından sonra sonuç vermeye başladı. Artık artan doğalgaz kömürü ve petrolü dizginleyemiyor, üçü beraber artıyordu. TOKİ de çok çimento tüketmek için kır evlerini yıkıyor, onları kömür yakan apartmanlara taşıyordu. Böylece enerjinin tekelleşmesini sağlıyordu. HES projeleri amacını aşmış, daha çok çimento sektörüne pazar yaratma, suyun ise kontrollü hâle gelmesi gibi bir misyona dönüşmüştü. Bu ve benzeri politikalar neticesinde 2010’dan sonra kömür-petrol-doğalgaz üçlüsü beraber artıyordu. Rekabet yoktu artık. Türkiye yüksek karbon ekonomisinin cenneti idi. Tam bir altın dönem yaşanıyordu.
ENERJİ İTHALATI PATLADI!
Türkiye 2004 yılında İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf oldu. O dönemde kömürde rödovans yoluyla kömür ve elektrik üretimi modelini geliştirdi, çimento sektörüne yeni yabancı oyuncuların girmesini sağladı. 2009 yılında da Kyoto Protokolü’ne taraf olduktan sonra “yerli kömür” söylemine ağırlık verdi ve ithal kömürü patlattı. Yapılan AVM’ler enerji tüketiyor, öldürülen toplu taşıma, araba satın alımının önünü açıyordu. Bunun bir maliyeti vardı. Öyle büyük bir maliyetti ki cari açık kadar enerji ithalatımız vardı. Petrol, doğalgaz ve kömür ithalatı o kadar büyüktü ki bunlara ödenen paralar 1984-2001 arası toplam cari açıktan çok daha fazlaydı. Grafikte de görüldüğü gibi, cari açık kadar fosil yakıtlara para veriyorduk. Diğer bir yandan, cari açıktaki artışa eşlik eden bir fosil yakıt ithalat maliyeti vardı.
ENERJİ İTHALATINA NE KADAR PARA VERDİK?
1984’ten 2001’e kadar bu ülkede cari açık toplamı 21,8 milyar dolar idi. 2002’den 2017’ye kadar cari açık toplamı ise tam 549 milyar dolar. Bu açığın kapanması için dışarıdan paraya ihtiyaç vardı. Bunun için borç alındı, yabancı sermayenin ülkeye girişi için kolaylıklar sağlandı. Bunlardan birisi de yüksek karbon politikası idi.
Bu ülkede 2000 yılında 13 milyon ton kömür, 31 milyon petrol ve 14,8 milyar metreküp doğalgaz ithal ediliyordu. 36 milyon ton çimento üretiyordu, karayolları da 7,2 milyon araca sahipti.
Şimdi 36 milyon ton kömür, 50 milyon ton petrol ve 46 milyar metreküp doğalgaz ithal ediyoruz. Yerli ve yabancı çimento lobilerinin eline geçen çimento pazarı yıllık 83 milyon ton çimento üretimine ulaştı. Sokaklarda petrol yakan 22 milyon araç var artık. Sonuç, Türkiye 2002-2017 arası enerji ithalatı ile 563 milyar doları dışarı verdi!
Dünyanın fosil yakıt üreticilerinin cebine bu halk 563 milyar dolar koydu. Yani 563 milyar dolar birilerinin cebine gitsin diye 549 milyar dolar cari açık verdik. Şimdi bu açığı ödememizi isteyecekler.
BAŞKA BİR POLİTİKA OLSAYDI?
Seçim manifestoları açıklanmaya başladı. Muharrem İnce hafta sonu Samsun’da yaptığı konuşmada “Enerji politikalarında akılcı olmayan uygulamalar gözden geçirilecek, ithal kömüre dayalı termik santral yapımına kısıtlama getirilecek, yenilenebilir enerji kaynaklarına öncelik verilecektir.” diyerek ithal kömüre kısıtlama getirileceğini ifade etti.
Edirne hapishanesinden seçime katılan Demirtaş ise bir adım daha öne çıkan bir açıklama yaptı. Açıklamasında “Sermayenin çıkarı için yapılan baraj, HES, termik, nükleer vb. projelere, ekolojik yıkıma yol açan maden işletmeciliğine, endüstriyel atık ve kirlilik sonucunda yaşam alanlarının tahribine yol açan uygulamalara son vereceğiz.” denildi.
Her iki açıklama politik olarak hoş olsa da yeterli ve bütüncül değil. Her iki açıklamanın arkasında da temel bir yüksek karbon eleştirisini çok hissedemiyorsunuz. Şimdi “çevre sorunu bir taraftan, cari açık diğer taraftan bastırıyor” diye düşünebilirsiniz. Ama aslında ikisi aynı şey.
Türkiye 2002 sonrasında sadece enerji ithalatına bu kadar para harcamadı. İktidar kömür çıkartmak, otoyol yapmak, şehir hastanesi yapmak için milyarlarca lirayı boşa harcadı. Bunları harcamak için de enerji verimliliğini, toplu taşımayı, demiryollarını öldürdüler, rüzgar ve güneşe engel çıkardılar.
Peki Türkiye bunlara prim vermek yerine iklim dostu çözümlere dönseydi? Verimli binalar, ucuz ve konforlu toplu taşıma, verimli enerji sistemleri tercih etseydi daha az enerji tüketimimiz olacak, bunları çok daha ucuz rüzgar ve güneşten karşılayabilecektik. İşte o zaman cari açığımız olmayacaktı. Çünkü 549 milyar dolarlık cari açığa karşılık 568 milyar dolarlık fosil yakıt faturasını karşılayabilecektik, cebimize 14 milyar dolar bile kalacaktı.
NET CARİ FAZLA
Türkiye’nin bu krizi bal gibi de yüksek karbon krizi, fosil yakıt krizi. Bu karbon krizi uğruna 563 milyar doları gaz, petrol ve kömür tüccarlarına kaptırdık. Bir o kadarını ve belki de daha fazlasını da devlete kaptırdık. Fosil yakıt tüccarlarına bu parayı kaptırmasaydık 549 milyar dolar cari açık değil, 14 milyar cari fazlasını konuşacaktık.
Bu seçim ve seçim süreci bundan sonrası için bir fırsat. Ya kömür, petrol ve doğalgaz tüccarlarını ve onların vergi memurlarını besleyecek, daha fazla iklim felaketi yaşayacağız. Ya da ödenmeyecek, ödemiyoruz* diyeceğiz.
Sevgili okuyucuya bir not:
Geçen hafta bu köşede Karapürçek deneyimimden yola çıkarak seçimleri değerlendirmiş, sandıkta ve YSK’da da ittifakın şart ve acil olduğunu belirtmiştik. Böylesi bir ittifak pek çok demokrasi düşmanı adımı engelleyebilecekti. Daha kurulmadı belki ama YSK’dan ilk sinyal geldi. YSK tam 50 bin vatandaşın sandığını sürdü. Doğru duydunuz, 50 bin Hakkarili oy kullanmak için yerlerinden edilecekler ve başka yerlerde oy kullanacaklar. Salı günü YSK’da ve sandıkta birliğe dikkat çeken yazım yayımlandıktan tam üç gün sonra YSK’nın bu kararı geldi.