Geçtiğimiz hafta, aslında verilmesi son derece doğal ve gerekli olan bir cezai kararla mutlu oldum ve bu mutluluğu başkalarıyla da paylaştım. Müvekkilimi ve ailesini öldürmeye teşebbüs eden şiddet faili, kasten yaralamadan birkaç yıl ceza alıp serbest bırakılmıştı (halihazırda dosya bir üst mahkemede incelemede) ve fail müvekkilimi tehdit etmeye devam ediyordu. Üstelik 6284 Sayılı Kanun’a göre alınmış koruma kararına rağmen. Dolayısıyla biz de koruma kararının ihlali sebebiyle şikayette bulunmuştuk ve işte geçtiğimiz hafta bu şikayet sebebiyle faile zorlama hapis cezası verildi. Sımsıkı bağlanmış kravatıyla hazır ve nazır olan fail, sinirlerinizi bozacak derece yapay bir kibarlıkla, gerçeğe aykırı olduğunu kesin delillerle ispatladığımız yalan beyanlarını mahkeme önünde inanılmaz bir cüretle sıralarken kararı duyunca ağır bir şok yaşadı. Failin bu derece şaşırması, beni derinden üzdü diyebilirim; çünkü düzenin ne derece bozulduğunun capcanlı bir göstergesiydi. Şaşırmasına da hak vermek lazım, zira failler korunmaya o kadar alıştılar ki... Neticede, bizler de verilmesi çok zorlaşan kararlara sevinir olduk.
6284 Sayılı Kanun son 2 yıldır fiilen devre dışı bırakılmaya çalışılıyor diyebiliriz rahatlıkla. Eskiden, şiddete maruz bırakılan veya şiddet tehlikesiyle karşı karşıya olan kişi koruma talep ettiğinde 6 ay süreyle koruma kararı verilirdi çoğunlukla. Son zamanlarda bu süre 1 aya kadar düştü ve hatta çok sık ret kararları gelmeye başladı. Bu durum kesinlikle tesadüfi değil. 2 yılı aşkın bir süredir 6284 Sayılı Kanun’u ve 1 yılı aşkın süredir de 6284’ün kaynağını aldığı İstanbul Sözleşmesi’ni hedef haline getirmiş durumdalar. Her iki bağlayıcı mevzuat da cinsiyet eşitliğini ve şiddete maruz bırakılan herkesin korunmasını öngörüyor. Kadının özgürleşmesini istemeyen eril zihniyet sistematik eylemleriyle kadınlara düşman bir zemin hazırlama çabasında. “Kadının beyanı esastır” ilkesini bile şeytanlaştırarak, kazanılmış haklarımıza yönelik saldırı teşkil eden bir dizi yasal girişimde bulunarak, her fırsatta cinsiyetçi, kadını ikincilleştiren ve suçu meşrulaştıran beyanatlarda bulunarak yaptılar bunu. Hoş, yargı bağımsızlığından söz edebilseydik, bu çabalar siyasi iktidara kendi kendilerine kurdukları tuzak olarak geri dönecekti.
Birkaç gün önce bir kadın kendisini uzun süredir tehdit ve taciz eden bir polise karşı koruma kararı talep etti. Talep, dilekçede polis-failin TC kimlik numarası olmadığı için reddedildi. Onca yıldır bu alanda mücadele veren biri olarak böyle bir gerekçeyle ret kararına katiyen rastlamadım. Usuli eksiklik yüzünden dava -hele ki acil nitelikteki koruma talebi- reddedilemez, usuli eksikliğin tamamlanması istenir. Doğrudan talebin reddi açıkça kötü niyetli ve kasıtlıdır, aksi izah edilemeyecek kadar açık bir hukuksuzluk bu.
Müvekkilime ilişkin mevzu bahis dosyada, failin tehditlerine devam etmesi, kendisinin azıcık bir cezayla “yırtması” ve -gazetelere manşet olması üzerine tutuklandığı kısa süreyi saymazsak- ağır bir suç işlemesine rağmen serbest bırakılmasıyla ilgiliydi. Yani “cezasızlığı” kanıksamış olmasıyla. Bu hemen her vakada, bir yerinden bir şekilde uygulanmaya başladı. Örneğin, şiddet vakalarında uygulanan iyi hal ve haksız tahrik indirimleri çok uzun süredir zaten bir sorundu. Bilhassa Özgecan cinayetinden sonra, bu indirimler fiilen uygulanmadıysa da bugünlerde tekrar uygulanmaya başladı. Yenilerde, Edirne'de, kızını boğarak öldürdükten sonra cesedini bıçakla parçalara ayırıp, ormanlık alana gömen babaya tutuklu yargılandığı davada, 'haksız tahrik' hükümleri uygulandı mesela, akıl alır gibi değil.
Gülay Mübarek’i uzun süredir kendisini taciz eden Erdoğan Küpeli hakkında yapmış olduğu suç duyurusu üzerine soruşturmanın bir türlü ilerlememesi sebebiyle sosyal medya üzerinden hak arayışıyla tanımıştık. Sonraları dosya ilerledi ilerlemesine ama fail adli kontrol şartıyla salıverildi. Ve o fail birkaç gün önce markete gelerek arkadaşlık teklifine olumsuz yanıt veren kasiyer Tuğba Keleş’i tabancayla başından vurarak öldürdü.
Burada bir çırpıda yazıveriyoruz “öldürdü” diye; fakat her biri birer yaşam. Şiddet mağduru kadınları korumak devletin hem uluslararası sözleşmeler hem AİHM kararları hem de Anayasa ve yerel yasalar gereği zorunlu görevi. Şiddet artışı şaka değil. Ülke ekonomik olarak zaten baş aşağı gidiyor, kur patlamış, işsizlik patlamış, pandemi üstüne gelmiş, insanlar art arda intihar ediyor, stres boyumuzu aşmış; siz bir de üzerine şiddet faillerini koruyorsunuz, elbette kadın kırım noktasına gelinir. Diğer deyişle, suçlu yalnızca fail değil. Göz göre göre kadınlar ölüyor.
Bugün İstanbul Sözleşmesi de, 6284 Sayılı Kanun da etkin uygulansaydı, şiddet faillerine Sözleşme’nin emrettiği üzere üst sınırdan ceza verilseydi, Süleyman Soylu’yla poz veren faillerin parmak sallayarak gözdağı vermesinin hesabı sorulsaydı, nitelikli cinsel saldırı faili Musa Orhan’ın “Bana bir şey olmaz” cümlesinin aksi ispat edilseydi, öldürülen kadınların çoğunluğu yaşıyor olacaktı.
Bizler devlete yurttaşları koruması gereken kurumları yönetme yetkisini kötüye kullansın, kendi menfaatlerine alet etsin diye vermedik. Biz bu yetkiyi, birincil insan hakkı olarak, doğuştan gelen yaşam hakkımızı elimizden almaya niyetlenmiş canilerin sırtını sıvazlasın, onları cesaretlendirsin diye vermedik. Aksine, toplum düzenini bozanları, evimizin içinde tutmak yerine, hepimizden uzaklaştırsın diye verdik. 6284 Sayılı Yasa’nın fiilen uygulanmaması kasıtlı bir eylem ve yaşamsal bir tehlikedir. Bu anlamda, tüm bireylerin, tüm insan hakları örgütlerinin, aklı başında tüm siyasilerin ses yükseltmesi ve devletin ilgili kurumlarının derhal gerekli uyarıları hayata geçirmesi lazımdır. Öteki türlü çıkarılan tüm genelgeler, övünülen tüm koordinasyon planları boş bir gösterişten ibarettir.