Pazar gecesi, Kürt kenti Halepçe’de meydana gelen depremin ardından, Türkiye sosyal medyası, benzer başka insani krizlerde de olduğu gibi, korkunç nefret suçları içeren mesajlarla doldu. O mesajları, protest amaçlarla da olsa, tekrar ederek yeniden dolaşıma sokmak doğru değil. Ancak bunlardan biri, özellikle de oluşan yaygın tepkilerin ardından zaten ‘neredeyse herkesin gördüğü’ bir nefret suçu haline geldi ve meramımızı anlatabilmek için de ondan bahsetmek kaçınılmaz oldu.
Malum, Halepçe depreminin ardından, Türkiye’nin ‘önde gelen özel hastanelerinden’ birinin, müdür falan pozisyonunda olan bir çalışanı, “Hazır deprem olmuş bırakalım gebersinler” diye tweet attı. Buna gelen tepkiler üzerine, çocukça bir “hesabım ele geçirildi” operasyonu yürüttü ve sanırım alışılageldiği gibi bunun da ‘unutulmasını’ temenni ederek saklandı.
Bu ‘müdire’, benzer yüzlerce nefret mesajını boca edenlerden yalnızca biriydi. Ama öne çıkması, bir ‘tipi’ gündeme getirmek açısından elverişli bir malzeme sağladı.
Önce bir noktaya değinmekte yarar var: Toplumdaki mevcut gerilimi ve özellikle Kürt halkına dönük şoven önyargıları, sadece bu tür tekil örnekler üzerinden gündeme getirmek sorunu hafife almak olur. Bu tweete atan ‘hastane müdiresi’nin, örneğin işinden kovulması, ‘ibret’ olabilir; ama onun bir stereotip olduğu gerçeğini değiştirmez. ‘Müdire’, kendisini çevreleyen ‘özel koşulları’ nedeniyle öne çıkmış, gerçekte binlerce benzeri olan birisidir; bir stereotiptir. Toplumun mevcut durumunun, popüler siyasal kültürün sıradan bir temsilcisidir. Esasen çok eskilere dayanan, 35 yıldır yeni bir ivme kazanan ve özellikle de 7 Haziran 2015’ten sonra dört yandan tahkim edilen bir ‘siyasal kültür’ün dolaysız ürünüdür. Birdenbire ortaya çıkmış bir ‘ucube’, şaşırtıcı bir ‘sapma’ değil, süreklilik gösteren bir ruhtur…
Burada asıl çarpıcı olan, ‘eski Türkiye’ adıyla kodladıkları bir geçmişten kopuş iddiasındaki bugünkü iktidar sahiplerinin de –kendileri hakkında 15 yıldır tekrarladıkları resmi kurmacanın aksine– önceki dönemlerin tüm toplumsal pürüzlerini taşıdıkları ve kendi özgün koşullarında bunları yeniden ürettiklerinin bir kez daha ortaya çıkmasıdır... Zaten var olan ama Türkiye’nin 2015 yazında sokulduğu yolda iyiden iyiye vurgulanan, teşvik edilen, beslenen ‘popüler siyasal kültür’, bu tür nefret suçlarını kaçınılmaz olarak üretiyor. Bir ara “analar ağlamasın” sloganıyla reklam edilen siyasal marka, esasen bir ‘mazlumluk’ istismarı üzerine kampanya kurarken, çatışmalı olduğu iktidar blokunun Kürt sorunu karşısındaki açmazını da lehine çevirmeyi başarmıştı. Ama 7 Haziran’dan sonra kendisini bulduğu loş koridorda, el yordamıyla ‘eski alışkanlıklara’ döndü. 15 Temmuz’dan sonra da bu mecrada tamamen dondu ve “gebersinler” etiketli kitleyle dolaysız olarak bütünleşti. Ortaya çıkan budur.
Cenazelere dönük saldırılar, çıplak işkencelerin ‘gösterilen’ kayıtları, “10-15 çocuklu terörist” tahayyülü…
Toplumsal gerilimi “200 yıllık Batıcı-laik zalim iktidar” kurmacası yerine, eski iktidar odaklarıyla daha yakın bir noktadaki “iç düşman-dış düşman” kurmacası üzerinden tarif etmeye başlayan rejimin, yeniden ürettiği bir kitle kültürüdür bu.
Sözgelimi, Ahmet Kaya’nın, bundan yaklaşık 20 yıl önce maruz kaldığı zulmün devamıdır.
Ahmet Kaya’nın Kürtçe klip çekeceğini söylediği için önce fiziki sonra manevi linç saldırısına maruz kalması, o dönemin kitle kültürünün dolaysız ürünüydü. Onu çatal-bıçak atarak kovanlar, bu ‘zaferlerini’, zamanın ruhuna uygun bir “10. Yıl Marşı” seremonisiyle kutlamıştı. Bugünkü iktidar sahiplerini de hedefe koyan bir ‘popüler siyasal kültür’ egemendi ve onlar da kendilerini ‘loş bir koridorda’ hissediyorlardı.
Sonradan AKP ile iktidara gelecek olanlar ise zaman zaman kendilerine de yönelen bu popüler tehdide karşı, Ahmet Kaya’nın yanındaymış gibi davrandılar. Onun yaşadığı sahici zulmü, kendi siyasal ihtiyaçları için araçsallaştırdılar. Oysa Ahmet Kaya’nın uğradığı saldırıdan birkaç ay sonra bir başörtüsü eyleminde açılan ve onbinlerce kişinin can verdiği 17 Ağustos depremine gönderme yapan “7.4 yetmedi mi” pankartı ne kadar özdeş bir ‘kitle kültürü’ne sahip olduklarını gösteriyordu. Bu pankart da –tıpkı bugünlerdeki “gebersinler” temalı tiwitler gibi– bireysel bir densizlik değil, inşa edilmiş, popüler bir bakış açısıydı.
Onuncu Yıl Marşı’yla Kürt şarkıcı kovalamak ve onbinleri öldüren bir depremi dinci bir intikam mitosuna dönüştürmek, farklı kabuklara sahipmiş gibi görünse de aynı kitle kültürünün çekirdeğinden filizleniyordu. AKP’nin ‘başarısı’, önce bunlardan birinin karşısında ve mağduruymuş gibi görünebilmeyi, ardından her ikisini de kapsayacak şekilde genleşmeyi başarmış olmasıdır. Neoliberal bir projeye yaraşır şekilde, “Onuncu Yıl Marşı eşliğinde 7.4 yetmedi mi pankartı açabilecek” kadar pelteleşmiş bir kitle kültürü imal etmeyi başarmıştır.
Bugünlerde “gebersinler” yazanlar; görünümleri, kültürel tercihleri ve yaşam biçimleri, aidiyet bildirdikleri siyasal pozisyonları ne olursa olsun, bu ‘pelte’nin ürünüdür. Bugünkü siyasal iktidarın mamulüdür.