Siyaseten çok sıcak bir Temmuz ayına girdik. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, İstanbul’a yaklaştıkça eni, boyu ve ‘derinliği’ büyüyen Adalet Yürüyüşü, aslında hem güncel olarak hem de –siyasette yaratacağı anlaşılan dönüştürücü etki nedeniyle– yakın gelecek açısından, Türkiye siyasetinin nabzının attığı yere dönüşmüş durumda. Siyasetin ve hukukun büyük oranda tasfiye edilerek bir ‘iktidar sporu’ haline getirildiği, bir yandan da bölgesel ve küresel krizlerle kuşatılmış durumdaki Türkiye’nin, bu sıkışmış halinde, ‘bir derdi olan’ herkesin, ya kendi ya da gözü bu yürüyüşte. Tek kişide merkezileşmiş, keyfi ve kuralsız yönetim o kadar çok insanı ‘adaletle sorunlu’ hale getirmiş durumda ki KHK’larla biçilmiş akademisyenlerden tutukluluk ve işsizlik arasında bir cendereye sıkıştırılmış gazetecilere, grevi yasaklanan emekçilerden ‘erkek değil gerçek adalet’ isteyen kadınlara, Gezi direnişinde yakınlarını kaybedenlerden kadro vaadi iki yıldır yerine getirilmemiş taşeron işçilere dek, çok farklı kesimlerden binlerce insan ‘Adalet Yürüyüşü’ne katılıyor ve kendisini, taleplerini, itirazını orada ifade ediyor.
Adalet Yürüyüşü’nün, iki gün önce Kocaeli Tavşancıl’dan başlayarak yaklaşık 20 kilometrelik bir mesafe geçildikten sonra Gebze’de sona eren 22’nci günü İstanbul'a gelinmeden önceki en kalabalık günlerdendi. 'Kartopu'nun, İstanbul’a yaklaştıkça daha da büyüdüğü anlaşılıyordu. Bu kalabalıklaşmada dün varılan İstanbul’dan yürüyüşe katılanların sayısının artması kadar, ‘Adalet’ arayışını her yeni gün daha büyük bir ihtiyaç haline getiren uygulamaların kesintisiz olarak sürmesi de etkili oluyor.
Nitekim 24'üncü güne şöyle geldik:
Dört gün önce gündüz, 10 ay evvel tutuklanıp vekilliği düşürülmüş HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ’ın avukat sayısına falan müdahale edilen, duruşmayı izleyen yabancı gözlemcilerin polis marifetiyle dışarıya atıldığı ibretlik bir ‘duruşma’ yaşandı; hemen ardından çok sayıda insan hakları savunucusunun tam da insan hakları konulu bir toplantı basılarak topluca gözaltına alındıkları ‘duyuldu’.
Ve yine iki gün önce, Adalet Yürüyüşçüleri ertesi sabah yola çıkmak için dinlenmeye çekilmişken, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın tutuklanmalarının ardından Ankara’da direnişini sürdüren KHK mağdurlarının tümünün evine ‘eş zamanlı baskınlar’ düzenlendi.
İktidarın, bu yürüyüşe karşı, en yetkili ağızdan ‘lütfumuz’ dediği, en ‘nazik’ davranan sözcülerinin bile ‘hoşgörü’ olarak adlandırdığı mecburi tahammülü, belli ki yürüyüşe neden olan adaletsizlikler konusunda bir durup düşünmeye yol açmıyor. Belli ki, gönüllerden geçtiği halde ‘fazla mevzu olmasın’ diye yapıl(a)mayan fiziki müdahale, sorunlu adli uygulamalarda koşar adım ısrar edilmek suretiyle dolaylı yoldan gerçekleştiriliyor.
Hal böyleyken, yürüyüşün son günlerine ilişkin bazı gözlemleri paylaşmak istiyorum.
‘Evde zor tutulan’ kitlenin, yürüyüş güzergahı boyunca, en popüleri ağır küfürler savurmak olan ‘tepkileri’, bu eyleme karşı yürütülen psikolojik savaşın, en azından ‘yakın mahalle’de kısmen karşılık bulduğunu gösteriyor. Adalet Yürüyüşü’nün, kimi zaman üç kilometreyi bulan korteji boyunca, yolun karşısından geçen neredeyse herkesin olumlu ya da olumsuz bir tepki göstermesi ise toplumun bu kez de yürüyüş karşısında ‘bölündüğünü’… Gerçekten de E-5’in İstanbul’a gidiş yönünde eylemciler yürürken, karşı yönden geçen her araçtan bir tepki geliyor. Tepkinin niteliğini ayırt eden en önemli faktör el işaretleri. Karşı yoldan geçen araçlardan, genellikle zafer, Rabia ve bozkurt işaretleri yapılıyor. Bozkurt işaretleri yapanlardan kiminin destek verip kiminin küfür etmesi ise MHP’deki iç bölünmenin gözle görülür bir yansımasına dönüşüyor.
İktidarın CHP’ye karşı kolay bir ‘rehin alma’ hamlesine dönüşmüş olan ‘HDP ile kol kola yürüyorlar’ söyleminin, üstelik söz konusu ‘kol kola yürüme’ temsili olarak gerçekleşmişken, adalet arayanlar üzerinde hiçbir etkisi yok. Bilakis, HDP’li vekillerin destek ziyaretinin de etkisiyle olsa gerek, Kürt yurttaşlar da giderek daha çok katılım gösteriyor. Temmuz güneşi altında Dilovası’nın çetin yokuşunu tırmanan Kürt kadınlar, “Biz de Selo için adalet istiyoruz” diye bağırıyor.
Yürüyüşte çok sayıda genç var, ama gençler çoğunlukta değil. Her yaş grubundan insan var. Ama çok çarpıcı iki yürüyüşçüden söz etmeden geçmek olmaz.
İlki, 90 yaşındaki Faruk Sükan… 1927 doğumlu bir beden eğitimi öğretmeni. Tokat Niksar’daki yayla evinden kalkıp, kendi olanaklarıyla ve tek başına Kocaeli’ne gelip yürüyüşe katılmış. “78 yaşında Ağrı Dağı’na tırmandım” diyor. Dağcılık Federasyonu verilerine göre bu dağa tırmanan en yaşlı kişi. 1964 seçimlerinde TİP için bütün Tokat’ı köy köy gezdiğini, çok az bir oyla vekillik kaçırdıklarını anlatıyor, hâlâ üzgün… “Şimdi Vatan Partiliyim” diyor ama Doğu Perinçek’in yürüyüş hakkındaki ithamlarını umursamıyor: “Öyle demişse yanlış demiş; parti çekişmesi yapılacak iş değil bu. Ben doğa için buradayım” diyor, “Doğanın da adalete ihtiyacı var, talan ediliyor…” 90 yaşında. Hâlâ berrak zihniyle Maltepe’ye kadar geleceğini söylüyor: “Niksar’dan buraya boşa gelmedik...”
İkincisi, 83 yaşındaki Asuman Kerestecioğlu... Hiç naz etmeden ve büyük bir mutlulukla rampaya vurduğu adımlarını görüp yanına gelenlere, “Gençlere iyi bir ülke bırakamıyoruz” diyor, çok samimi bir mahcubiyetle. Şaşırtıcı bir fiziksel performansla, küçük ama seri adımlar atıyor. Tüm dinlenme önerilerini geri çeviriyor. Sanki bunca olan şeyden o sorumluymuş gibi, dokunsan ağlayacak halde, “Böyle bir ülke haline gelmemizi engelleyemedik, gençlere borcum benim yürümek” diye tekrarlıyor sürekli. Spor bakanlığından emekli bir kamu çalışanı Asuman Hanım. “Benim kocam da, babam da askerdi ve pırıl pırıl da bir kızım var, o da şimdi burada…” Asuman Hanım’ın “O da şimdi burada” dediği kızı, HDP Grup Başkanvekili Filiz Kerestecioğlu… 83 yaşında bir Çerkez güzeli, hâlâ berrak zihniyle, “Çok mu geride kaldık biz çocuklar?” diyor arkasına bakıp, “siz bana ayak uydurmaya çalışmayın, yürüyün ileri…”
90 yaşındaki Faruk Sükan ve 83 yaşındaki Asuman Kerestecioğlu, tüm o rabialı küfürlerin arasından ‘ileriye’ bakıyor.