1990’larda ve 2000’li yılların ortalarına kadar küreselleşme Türkiye’de canlı bir tartışma konusu iken günümüzde bu konuya yönelik ilgi ilginç bir şekilde azaldı. Oysa bir süredir özellikle Batılı akademik çevrelerde, araştırma kurumlarında ve medyasında çok yoğun ve canlı bir tartışma yürütülüyor. Bu tartışmalar Trump’ın seçilmesi ve bazı söylem ve uygulamalarıyla iyice artmaya başladı. Türkiye’de başta ulusalcı ve sol çevrelerin eleştirel bir perspektiften yaklaştığı küreselleşme konusuna farklı alanlardan daha yoğun katkı ve tartışmaların gelmesinde yarar var çünkü küreselleşmeyle ilgili gelişmeler dünya sistemindeki dönüşümleri tetikliyor ve bunun da doğrudan Türkiye’ye yansımaları oluyor ve daha fazla olacak.
Bu yazıda küreselleşmenin geldiği noktaya ilişkin tartışmaları ele alarak genel bir çerçeve çizmeye çalışacağım ve bu gelişmelerin ABD’nin hegemonik konumuyla bağlantısına değineceğim. Ayrıca, bundan sonraki yazılarda geçmişte özellikle ulusalcıların gündeme getirdiği küreselleşmenin devleti küçülteceği, zayıflatacağı ve bazı durumlarda bölüp küçük devletler yaratacağı şeklindeki illüzyonun nasıl yanlışlandığını göstermeye çalışacağım.
KÜRESELLEŞMENİN SAHİBİ KİM?
Küreselleşmenin altında yatan fikrin kaynağı neoliberalizmdir. Finansallaşma, özelleştirme, ücretlerin baskılanması, gümrük duvarlarının indirilmesi, yani serbest ticaretin desteklenmesi, üretim ve tüketim süreçlerinin giderek ulusaşırı nitelik taşıması, bir bölgedeki gelişmenin dünyanın başka bir bölgesini daha hızlı ve daha derinden etkilemeye başlaması ve buna eşlik eden postmodern, bireyci, hazcı kültür ile kimlik siyasetinin öne çıkması küreselleşmeyi tanımlıyordu. Küreselleşme aynı zamanda iktisaden daha fazla dolarizasyona geçmek, kültürel olarak Amerikanlaşmak, Amerikan hayat tarzının yayılması, yeni bir bilişim alanının ve dilinin ortaya çıkması olarak görülüyordu. Bu haliyle küreselleşme ABD’nin neoliberalizmi merkez içinde hakim sınıflar arası ittifaklar, çevrede ise hem sınıfsal ittifaklar hem de bazen askeri yapılar aracılığıyla uygulamaya koymasıyla ortaya çıktı. 1990’larda ABD ve İngiltere’de merkez sol sayılan Clinton ve Tony Blair, 2000’lerde ise Latin Amerika’da yine sol hareketler küreselleşmenin taşıyıcılığını üstlendi.
Küreselleşme devletleri aşan sınıfsal bir niteliğe sahip olmakla ve hakim kapitalist sınıfların kar oranlarını hızla yükseltmekle birlikte, siyasal düzlemde öncelikle ABD ve İngiltere tarafından sahiplenildi. Günümüzde ise Trump’ın seçilmesi ve küreselleşme karşıtı bir dil kullanması ile İngiltere’nin AB’den çıkma sürecini başlatması, küreselleşmenin bir bakıma sahipsiz kalması gibi bir tartışmayı başlattı.
KÜRESELLEŞME NE DURUMDA?
Küreselleşmenin temelinde dünya ekonomisinin giderek neoliberal ilkeler etrafında entegre hale gelmesi yatıyor. Bunun merkezinde de finansal hareketlerin akışkanlığı, üretimin ulus aşırı hale gelmesi ve uluslararası ticarete yönelik engellerin kaldırılarak küresel serbest ticaretin önünün açılması bulunuyor. Günümüzde bu üç alanda da sorunlar yaşanıyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, küreselleşme için en ciddi sorunu ideolojik olarak milliyetçilik, siyasal olarak jeopolitik çekişmeler ve iktisadi olarak kapanmacılık ve koruma çıkarıyor. Sistem içi sol hareket ve partiler ile ılımlı İslamcılar küreselleşme sürecine eleştirel yaklaşsalar ve bazı sol gruplar 1990’larda ve 2000’lerde yer yer etkili bir direniş gösterseler de, ana akım sol hareketler ve İslamcılar küreselleşme sürecine eklemlenmeyi tercih ettiler. Küreselleşme için sorun oluşturan milliyetçilik, jeopolitik çekişme ve korumacılık şu anda küresel sistemde aynı anda boy göstermeye başladı ve küreselleşmeyle ilgili yeni bir tartışmayı başlattı.
Bu noktada bazı önemli verileri kısaca vermekte fayda var. Bütün iktisadi veriler küresel ticarette bir yavaşlamaya işaret ediyor. 2016 tarihli IMF raporu 2012’den bu yana dünya ticaretinin, kendisinden önceki dönemin ortalamasının yarısından az büyüdüğünü belirtiyor. Yine Foreign Affairs dergisinde yayınladıkları bir makalede S. Lund ve L. Tyson 2008 krizinden bu yana G-20 ülkelerinin çeşitli şekillerde 6 BİN600 korumacı önlemi uygulamaya koyduklarını belirtiyorlar (Mayıs/Haziran 2018). Küresel finansal hareketlerde ise 1990-2008 yılları arasında dünya ekonomisinin yüzde 23’üne ulaşmışken günümüzde bu oran yüzde altıya indi.
Üretim kısmında ise iki önemli eğilim göze çarpıyor. İlki, BM’nin yayınladığı Yatırım Eğilimleri Monitor’üne göre 2016 ile 2017 arasında bütün dünyada doğrudan yatırımlarda yüzde 16 azalma olduğu belirtiliyor (Fortune Dergisi, 23 Ocak 2018).
İkinci olarak, ABD’li şirketlerin artık “outsourcing,” yani mal üretimi ve hizmet yatırımlarını daha düşük maliyetli bölgelere kaydırma tercihleri yerine, “insourcing” yani bunları geri çağırmaya başlama sürecine girmeleri. Her ne kadar henüz ne ölçüde kitlesel bir geri dönüş olduğu tartışmalı da olsa, ABD dışındaki yatırımların en azından bir kısmının geri dönmeye başlaması önemli bir gelişme. Burada da petrol fiyatının artması sonucu taşıma maliyetinin yükselmesi, Çin’de işçi ücretlerinin artması (bazı hesaplamalara göre 2000’den bu yana beş kat artış söz konusu), ABD’de kaya gazı tekniğiyle birlikte enerji maliyetinin çok düşmesi ve yine ABD’de uzun süredir işgücü ücretlerinin baskılanması ve sendikal hareketin zayıflaması sonucu işçilik maliyetlerinin eskiye göre daha düşük olması. Ford, General Electric ve Apple bu konuda ilk akla gelen şirketler.
Tabii Trump yönetiminin korumacı önlemleri artırması ve AB ile Çin’in buna karşılık vereceklerini söylemelerinden sonra bu eğilimlerin ve verilerin daha da kötüleşmesi beklenebilir.
Günümüzdeki tartışmalar birçok konuda olduğu gibi farklı görüşler etrafında şekilleniyor. Küreselleşmede geçmişe oranla bir geri çekilmenin olduğu genel kabul görse de, bazıları bilişimin öne çıktığı yeni bir küreselleşme sürecine girdiğimizi, bazıları da ABD’siz bir küreselleşmeye doğru gittiğimizi, yani ABD’nin geri çekilip, dünyanın geri kalanının Çin liderliğinde bir küreselleşme yaşamaya başlayacağını, bunun da Asya Altyapı Yatırım Bankası, Bir Yol Bir Kuşak projesi gibi projelerle uygulamaya geçme aşamasında olduğunu savunuyorlar.
ABD’NİN KÜRESELLEŞMEYLE SORUNU NE?
Uzun bir konu olmakla birlikte çok kısaca belirtmek gerekirse, aslında ABD hegemonyası ile küreselleşme arasında doğrudan bir ilişki yok. Küreselleşme olmadan önce de ABD hegemonik bir role sahipti. Küreselleşme ABD açısından 1990’lardan itibaren hem iktisadi, hem de siyasal ve kültürel açıdan bir gereklilikti ve ABD tetiklediği bu süreçten çok faydalandı. Fakat Amerikan sisteminde giderek yaygınlaşan görüş küreselleşme sürecinin giderek ABD’nin rakip ve olası meydan okuyucusu olan Çin’e yaradığı şeklinde. ABD 2.2 trilyonluk ithalat kapasitesiyle dünya ticaretinde ilk sırada yer alıyor ve bu da ona kendi pazarını stratejik bir araç olarak kullanma imkanı veriyor. Bir diğer önemli nokta ABD’nin 2.2 trilyon ithalat ve 1.5 trilyonluk ihracat (dünyada Çin’den sonra ikinci) kapasitesine rağmen ekonomisinde dış ticaretin yerinin kendisinden sonraki ekonomik güçlerle karşılaştırıldığında daha düşük olması. Dünya Bankası verilerine göre bu oran (mal ve hizmet ihracatının GSYH’ya oranı) ABD için yüzde 12 civarındayken, tam bir ihracat ülkesi olan Almanya için yüzde 46 ve Çin için yüzde 19 civarında.
Bu verilerin anlamı şu: ABD hem yüksek teknoloji içeren alanlardaki üstünlüğü, hem doların hakim konumu hem de genel olarak dış ticaretin ekonomisindeki payının göreli küçük olması gibi avantajlarını kullanarak küreselleşmeyi yavaşlatıyor ve Almanya gibi müttefik ve Çin gibi rakiplerinin ekonomilerini yavaşlatmaya çalışıyor. Bunun ABD için de bir bedeli olacak. 1990’larda küreselleşmeyi reddetmese de eleştirel bakan Joseph Stiglitz, Trump yönetiminin uygulamaya koyduğu bu korumacı politikanın enflasyonu ve faizleri yükselteceğini, ekonomik yavaşlamaya neden olacağını söylüyor. ABD belli ki özellikle Çin’in ekonomik büyümesini yavaşlatmak için bu türden kayıpları şimdiden göze almış görünüyor.
ABD’nin tetiklediği bir korumacılık dalgası yayılırken, buradan yani küreselleşmeden kısmi çekilmenin çalışan, emekçi kesimler için yeni bir umut doğuran yanı yok. Sonuçta ABD hem neoliberalizmin yarattığı, hem de hegemonyasının yaşadığı sorunlara, küreselleşmeyi kendisi ve dolayısıyla dünya için yavaşlatarak ama neoliberalizmin çalışan kesimlere yönelik politikalarında bir değişikliğe gitmeden çözüm bulma arayışında. Birikmiş tepkiyi de yükselen sağ popülist ve milliyetçi dalgaya kanalize ederek aşmaya çalışıyor.