Diyorlar ki, “ABD seçimleri bizi niçin bu kadar ilgilendiriyor? Neticede ABD, al birini vur ötekine, onca sorun varken...”
Maalesef bu -özellikle bu küresel çağda- oldukça köhne bir bakış açısı. Dünyanın bir ucundaki ülkede olan biten her şey, dolaylı da olsa, öteki uçtaki ülkeyi etkiliyor. Eğer bu ülke ekonomik, sosyal, kültürel veya insan hakları, her bakımdan dünyayı çoktan etkisi altına almış ABD ise, doğrudan bir etki söz konusu. Kaldı ki bu bir dış politika meselesi. “Amerikancılık”la uzaktan yakından ilgisi yok. Bunu açıklamak durumunda kalmak dahi başlı başına bir handikap ne yazık ki.
Trump, dünyada gerçek demokrasiye gönül verenlerin içine dert olmuştu. Zira, kendisi hem içeride hem dışarıda yıkıcı, ayrımcı, kibirli, kadın düşmanı, yabancı düşmanı, ırkçı, dini siyasete alet eden, barışçıl olmayan bir politika izliyordu. Popülizmin en tipik örneğini teşkil ediyordu ve halkı değerler üzerinden kutuplaştırarak toplumu ikiye bölmüştü. Joe Biden bir nevi demokratik cephenin “ortak adayı” olarak Trump’ın karşısına çıktı. Barışçıl, sade ve sakin bir dil kullandı. Sıkça “Hepinizin başkanı olacağım” dedi, güven verdi. İnsanların bu kadar düşmanlık, bu kadar kavga, onca zorluk ve sıkıntı için ihtiyacı olan en önemli şey sanırım bu olduğundan, neticede kazandı. Zafer konuşmasında, “Artık bu korkunç şeytanlaştırmaya son vermenin zamanı geldi, bölmeye değil, birleştirmeye çalışacağız” dedi.
Trump, giderken bile abartılı tasvirlerle seçimlerde nasıl hile yapıldığını anlatarak “Aslında ben başkan seçildim” demekten geri durmadı. Beyefendi showman neticede. Hâlâ kendini izletmeye kararlı, sahneden inemiyor. Kaldı ki, cinsel taciz dahil olmak üzere çok sayıda kredi, vergi ve ticari davası olduğundan (bu davalar neticesinde ödemesi öngörülen rakam 2,5 milyar dolar) koltuğu bırakmak istemeyeceği önceden beri tahmin ediliyordu. Black lives matter hareketi dahil, tüm yaşananlara rağmen bu kadar çok oy alması insanları şaşırttı. Yapılan anketler neticesinde, bunun en önemli sebebinin “iş alanı yaratmak/iş vaadi” olduğu belirtiliyor. Ekonomi en önemlisi tabii, ama onun da temelinde “özgürlük, eşitlik ve adalet” var. Bunlar olmayınca, vaatler de ya gerçekçi olmuyor ya da kısa vadeli gerçekleşiyor.
Başkan yardımcısı Kamala Harris ise, Biden’dan daha çok konuşulan kişi oldu bu süreçte. Geleceğin başkanı olarak görülüyor. Beyaz olmaması, Hint kökenli olması ve kadın olması, insan hakları adına tek başına bir mücadele simgesi olarak görülüyor. Ayrıca, kendisi geçmişte bölge başsavcılığı yapmış, iddialı karalara imza atmış bir hukukçu. Elbette, eleştirilen kararları da var, fakat neticede adalet algısı güven uyandırıyor.
Trump, bu süreçte Harris’e “pislik, hırslı, tehlikeli” gibi bolca hakaret etmekten geri durmadı. Harris, “Amerika tarihinde hiçbir başkan böyle şeyler söylememiştir” demekle yetindi. Hırslı olmakla suçlananların yalnızca kadınlar olduğu bu erkek egemen sistemde Kamala Harris’in böyle önemli bir pozisyonda olması ayrıca kadının insan hakları adına bir umut niteliğindedir. Durumu bir de demokratik sosyalistlerin artık dünyaya ün salmış “The Squad” ekibiyle birlikte düşündüğümüzde, “Future is female!” öngörüsüne inancımız daha da artıyor. Darısı başımıza…
Biden’ın geçmişte Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilişkin olumsuz eleştirileri (Erdoğan’a “otokrat” demesi, Yunanistan’ı destekleyen tavrı, Erdoğan’ın Suriye’de Esad karşıtı militanlara destek verdiği iddiası, Harris’in 1915’in “soykırım” olarak tanınması yönündeki görüşü vs.) sebebiyle sonucun Türkiye’de bir kesimde endişe uyandırdığı kesin. Fakat büyük resimde, demokratik tutumları ve popülizm karşıtı duruşları bakımından, sonucun uzun vadede Türkiye için de nispeten olumlu olacağı söylenebilir.
Her ne olursa olsun, bölen, şeytanlaştıran, liyakatsiz, otoriter, kavgacı, insan hakları, eşitlik ve özgürlük karşıtı bir tarz benimsemiş popülist siyasetçilerin halkın vicdanıyla ve oylarıyla gönderilebileceğini, bunun gayet mümkün olduğunu gösterdi bize Amerika seçimleri. Türkiye bu yüzden bilhassa yakından takip etti. Türkiye için umutlu bir örnek teşkil etmekle birlikte, bu sonucun siyasi iktidarı ve seçmenlerini son derece paniğe sevk etmiş olabileceği de açık. Hatta konsolide etmiş dahi olabilir. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay “Herhangi bir ülkede seçim olduğunda, herhangi biri değiştiğinde bizim için bir şey değişmez” dese de bu ne yazık ki gerçekçi olmayan bir beyanat.
Emperyalizmin bir sonucu olarak, birçok konuda olduğu gibi, popülizmin de ilk olarak ortaya çıktığı ülke ABD. Ve çoğunlukla ilk tüketilen yer de orası oluyor. Bizler -sosyalistler, sosyal demokratlar, demokrasiye gönül verenler, eşitliğe özgürlüğe ve adalete inananlar, otokrasi karşıtları, her ne derseniz deyin- olarak bu sonucu, popülizmin sonunun geldiğinin bir habercisi olarak kabul edelim ve daha iyi bir dünya için umut var diyelim. Buradan bakmakta fayda var; çünkü buna çok ihtiyacımız var.