ABD üsleri diktatörlükleri destekliyor

ABD'nin demokratik olmayan ülkelerden en az kırk beşinde askeri üsleri var. Bu üsler, geçmişten beri baskıcı yönetimleri desteklemek için bir araç olarak kullanılıyor.

Abone ol

David Vine *

Cumhurbaşkanı Donald Trump'ın “uyuşturucuya karşı savaş” bahanesiyle binlerce cinayetin emrini veren Filipinler Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte’ye yaptığı Beyaz Saray daveti üzerine, son haftalarda giderek artan  artan bir öfke dile getiriliyor. Trump hakkındaki eleştiri, Mısır devlet başkanı Abdel Fatih el-Sisi (sadece birkaç hafta önce çok fazla övgü alarak Oval Ofis’i ziyaret eden diğer otoriter yöneticiler gibi), Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (ona denetlenmeyen güçler sağlayan son referandumda kazandığı zaferin ardından Başkan Trump kendisini arayarak tebrik etmişti) ve Taylandlı Prayuth Chan-ocha (Beyaz Saray’a davet edildi) gibi liderler sebebiyle yoğunlaştı.

Ancak, ortada tuhaf bir durum var: Eleştirmenler, genel olarak ABD başkanlarının onlarca yıl boyunca bu ve benzeri onlarca baskıcı rejimlere ilişkin olarak çok daha büyük ve uzun süredir devam eden iki taraflı desteğin önemsenmemesini görmezden geldiler. Ne de olsa, bu tür otoriter ülkeler çarpıcı derecede ortak bir nitelik paylaşıyorlar. Onlar, bugün ABD topraklarında olmayan birçok ABD askeri üssünü barındıran en az 45 demokratik olmayan ülke arasında yer alıyorlar. Bununla birlikte, küçük kasabalar görünümündeki bu üsler on binlerce ABD askerinin evidir.

Orta Amerika’dan Afrika’ya, Asya’dan Ortadoğu’ya erişim sağlamak isteyen ABD'li yetkililer, işkence, cinayet, demokratik hakların bastırılması, kadınların ve azınlıkların sistematik baskı görmesi konularıyla bağlantılı, şiddetli biçimde demokrasi ve insan hakları karşıtı rejimler ve militanlarla sürekli olarak işbirliği yapıyor. Son Beyaz Saray davetiyelerini ve Trump’ın kamuya açık övgülerini boş verin. Yüz yılın neredeyse dörtte üçü boyunca Birleşik Devletler, bu baskıcı devletlerde üs ve askeri birliklerin konuşlanması için onlarca milyarlar dolar yatırım yaptı. Harry Truman ve Dwight D. Eisenhower’dan George W. Bush ve Barack Obama’ya kadar, Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimler, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana General Francisco Franco başkanlığındaki İspanya da dahil olmak üzere, demokratik olmayan ve genellikle despotik devletlerdeki üslerini korumak yolunda bir tercih gösterdiler; Park Chung-hee yönetimi altında Güney Kore, Kral Hamad bin Isa el-Khalifa yönetimi altındaki Bahreyn, dört dönem boyunca ülke yöneten Başkan İsmail Ömer Guelleh yönetimi altında Cibuti, bu ülkelerden yalnızca dördü...

Economist’in Demokrasi Endeksi’ne göre, günümüzde ABD üslerinin bulunduğu ve demokratik olmayan 45 ülkedeki yönetimlerin çoğu tamamen “otoriter rejimler” olarak nitelendiriliyor. Bu durumda, Amerikan tesisleri ve onlara bağlı birlikler, Kamerun, Çad, Etiyopya, Ürdün, Kuveyt, Nijer, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde demokrasinin yayılmasının engellenmesine etkili bir şekilde yardımcı oluyorlar.

Sürekli biçimde diktatörlük ve baskıya verilen bu günlük destek, demokrasiye adanmış bir ülkede ulusal bir skandal olmalıydı. Bu gerçek, dini muhafazakârlardan ve liberallerden solculara kadar değişen yelpazedeki Amerikalıları, yani Anayasa ve Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan demokratik ilkelere inanan herkesi düşündürmelidir. Sonuçta, yurtdışında askeri üsleri korumak için uzun süredir dile getirilen gerekçelerden biri, ABD ordusunun varlığının demokrasinin korunması ve yaygınlaştırılmasını sağladığı olmuştur.

Ancak bu topraklara demokrasi getirmekten çok, demokrasi karşıtı rejimleri meşrulaştırma ve bunlara karşı her türlü rejimi destekleme eğilimi söz konusudur; bu da sıklıkla siyasi ve demokratik reformu teşvik etmek için yapılan gerçek çabalara engel teşkil etmektedir. 2011 yılından beri demokrasi yanlısı göstericilere şiddet uygulayarak müdahale eden Bahreyn’deki gibi genel çerçevedeki insan hakları ihlallerine yönelik tepkilerin eleştirilmesi, Birleşik Devletler’i de bu devletlerin suçlarına ortak etmektedir.

Soğuk Savaş döneminde, demokratik olmayan ülkelerde bulunan askeri üsler çoğunlukla Sovyetler Birliği’nin “komünist tehditleriyle” karşı karşıya kalmanın talihsiz fakat gerekli sonucu olarak haklı gösterilirdi. Ancak merak edilmesi gereken şey şu: Soğuk Savaşın Sovyet imparatorluğunun çöküşüyle sona ermesinden sonraki çeyrek yüzyılda bu üslerden yalnızca birkaçı kapandı. Bugün, Beyaz Saray'da bir otokratın ziyareti öfke yaratabiliyor olsa da baskıcı veya askeri yönetimler tarafından idare edilen ülkelerde bulunan askeri tesislerin varlığı pek az bir farkla kabul görüyor.

DİKTATÖRLERLE DOST OLMAK

Çok az demokratik yönetime sahip veya hiç demokratik olmayan 45 ülke ve bölge, şu anda “konuklarını” geri gönderme yetkisine sahip olmayan, ABD üslerini barındıran yaklaşık 80 ülkenin yarısından fazlasını teşkil etmektedir. Bunlar, Amerika Birleşik Devletleri’nin II. Dünya Savaşı’ndan beri inşa etmiş olduğu veya kullandığı tarihsel benzeri görülmemiş küresel bir askeri tesis ağı grubunun parçalarıdır.

Bugün ABD’de yabancı üs bulunmamakla birlikte, yabancı ülkelerde yaklaşık 800 ABD üssü mevcuttur. Bu sayı son zamanlarda daha da yüksekti; ancak hâlâ, neredeyse kesin olarak tarihteki herhangi bir ülke veya imparatorluk açısından bir rekoru temsil ediyor. II. Dünya Savaşı'ndan ve Kore Savaşı’ndan 64 yıl sonra, Pentagon'a göre, Almanya'da 181 ABD askeri üssü, Japonya'da 122 ve Güney Kore'de 83 üs bulunmaktadır. Bu tesisleri yüz binlerce ABD askeri, sivil memur ve aile üyesi işgal ediyor. Benim ihtiyatlı  tahminime göre, yurtdışındaki bu üs ve birliklerin seviyesini korumak için, ABD vergi mükellefleri yılda en az 150 milyar dolar harcıyorlar; bu rakam, Pentagon haricindeki herhangi bir devlet kurumunun bütçesinden daha fazladır.

On yıllar boyunca Washington’daki liderler, yurtdışındaki üslerin değerlerimizi ve demokrasimizi yaygınlaştırması hususunda ısrarcıydılar ve bu, II. Dünya Savaşı'ndan sonra işgal altındaki Almanya, Japonya ve İtalya’da bir dereceye kadar gerçekleşmiş olabilir. Bununla birlikte, uzman Catherine Lutz’ın belirttiği gibi, daha sonraki tarihsel kayıt, “ABD üslerine erişimin sağlanması ve korunmasının sıklıkla despot hükümetlerle yakın işbirliği gerektirdiğini” gösteriyor.

Başkanları yakın tarihte Trump’ın övgüsünü alan ülkelerdeki üsler, daha geniş bir ağın da göstergesidir. Birleşik Devletler, takımadaların 1898'de İspanya'dan ele geçirilmesinden bu yana Filipinler’deki askeri tesislerini neredeyse kesintisiz sürdürdü. Yerel hükümetin, ABD'nin orada bir düzineden fazla tesisin erişimini elinde tutacağına onay vermesi koşuluyla, 1946 yılında bu koloni halkının bağımsızlığını kabul etti.

Bağımsızlıktan sonra, bir dizi ABD yönetimi, Ferdinand Marcos'un yirmi yıl yürüttüğü otokratik yönetime destek vererek, yurt dışında ABD'nin en büyük üslerinden ikisi olan Clark Hava Üssü ve Subic Körfezi Deniz Üssü'nün kullanımını sürdürdü. 1986’da Marcos nihayet Filipinliler tarafından devrildi ve 1991’de ABD üslerine verilen izin iptal edildikten sonra Pentagon, 1996'da sessizce geri döndü. “Misafir kuvvetler anlaşmasının”, artan askeri tatbikatların ve eğitim programlarının yardımıyla gizli, küçük ölçekli üsleri bir kez daha kurdular. Bu yenilenmiş temel varlığını sağlamlaştırma ve aynı zamanda Çin’in nüfuzunu kontrol etme arzusu, kuşkusuz Trump’ın Beyaz Saray’a Duterte'yi davetinin de önünü açmış oldu. Filipinler devlet başkanı tecavüz şakasının ardından, “Hitler altı milyon Yahudi'yi katletmesi” gibi milyonlarca uyuşturucu bağımlısını öldürmekten “mutlu olacağına” ilişkin sözler sarf etti ve “insan hakları umrumda değil” diyerek övündü.

Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın artan otokratik yönetimi, yalnızca demokrasi dönemlerine müdahale eden bir askeri darbenin ve demokratik olmayan rejimlerin en son örneğidir. Bununla birlikte, ABD üsleri 1943’ten beri bu ülkedeki varlığını sürdürmektedir. Sürekli olarak tartışmalara ve protestolara yol açtılar; 1960'lar ve 1970'lerde Suriye'ye saldırı başlatmak için kullanıldılar, ardından Bush yönetimi tarafından Irak’ı işgal etmeden önce ve daha sonraları da ABD güçleri onları kullanmaya başladıktan sonra hep sorun yarattılar.

Mısır’daki nispeten küçük bir ABD üssünün varlığına rağmen, askeri yöneticiler 1979'da İsrail ile Camp David Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana, ABD ordusu ile derin ve kârlı ilişkiler kurdu. 2013’te askeri darbenin demokratik olarak seçilen Müslüman Kardeşler hükümetini devirmesinin ardından güvenlik güçleri tarafından 1300’den fazla kişinin öldürülmesine ve Müslüman Kardeşler’in 3 bin 500’den fazla üyesinin tutuklamalarına rağmen, Obama yönetiminin bazı askeri ve ekonomik yardımları kesmesi aylar aldı. İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne göre, “Bugüne kadar devam eden ihlaller hakkında çok az şey söylendi.”

ABD, 1932’den bu yana on iki adet darbe gerçekleştiren Tayland ordusu ile de derin bağlantılar kurdu. ABD kuvvetlerinin Tayland’ın Utapao Donanma Hava Üssün’de kalabilmesi için iki ülke, özel bir yüklenici ile imzalanan bir kira sözleşmesi benzeri bir anlaşma sayesinde herhangi bir temelde bir bağlantı kurduklarını inkâr ettiler. Gazeteci Robert Kaplan, “Delta Golf Global'in (yüklenici firma) yüzünden” ABD askeri burada bulunuyordu, ancak resmen burada değildi. Sonuçta, Thayland devleti ABD Hava Kuvvetleri ile iş yapmadı. Sadece bir müteahhitle ilişkileri vardı.” diyor.

DİKTATÖRLERLE SİLAH TİCARETİ

Başka yerlerde de durum buna benziyor. 1949 yılından bu yana ABD’nin askeri varlığına ev sahipliği yapan ve şimdi Deniz Kuvvetleri'nin 5. Filosunu ağırlayan yapan Bahreyn’de demokrasi yanlısı protestoculara yönelik devam eden ve çoğunlukla şiddet içeren bir baskıya rağmen, Obama yönetimi hükümete yalnızca bir takım ılımlı eleştiriler yöneltti. İnsan Hakları İzleme Örgütü ve diğerler (Bahreyn Kralı Hamad bin İsa el-Halife tarafından atanan bağımsız bir soruşturma komisyonu dahil) kurumlara göre, protestocuların keyfi olarak tutuklanması, gözaltı süresince kötü muamele, işkenceye maruz kalma olayları gibi kötü muamelelerin yaygınlığı, işkenceye bağlı ölümler ve konuşma, bir araya gelme ve toplanma özgürlükleri konusunda artan kısıtlamalar söz konusudur. Trump yönetimi, insan hakları konusunda bir iyileştirme talebinde bulunmaksızın F-16 savaş uçaklarının Bahreyn’e satılmasını onaylayarak, iki ülkenin askeri ilişkilerini koruma arzusunu şimdiden gösterdi.

Ve bu uzman Chalmers Johnson’ın bir zamanlar Amerikalılara ilişkin “baseworld” (temel-dünya) olarak adlandırdığı tipik özelliklerden biridir. Siyaset bilimci Kent Calder’ın araştırması “diktatörlük hipotezi” olarak bilinen şeyin doğruluğunu teyit ediyor: “Birleşik Devletler, diktatörleri (ve diğer demokratik olmayan rejimleri) destekleme eğilimindedir. Benzer şekilde, bir başka büyük ölçekli çalışma, otokratik devletlerin temel alanlar olarak “sürekli biçimde çekici” olduğunu gösteriyor. “Seçimlerin öngörülemezliğinden dolayı” diye açıkça söylenerek, demokratik devletlerin “sürdürülebilirlik ve süre açısından daha az cazip” olduğu da ortaya konuyor.

Teknik olarak Birleşik Devletler sınırları dahilinde bile, demokratik yapıların, sömürgeciliğin 21. yüz yılda korunmasından çok “daha az cazip” olduğu ortadadır. Porto Riko’da ve Guam Pasifik adasında çok sayıda üs bulunması, bu ve diğer ABD “bölgelerini” (Amerikan Samoası, Kuzey Mariana Adaları ve ABD Virgin Adaları) farklı statülerde ve sömürge yönetimleri olarak tutmak hedefinde büyük bir motivasyon olmuştur. Askeri liderler için mantıklı olan, ABD Kongre’sinde bu ülkelere temsil hakkı ve başkanlık seçimleri dahil olmak üzere herhangi bir tam bağımsızlık ya da tam demokratik haklar verilmesi değildir.

DESTEKLENEN DİKTATÖRLER

Üslerin bulunduğu ülkelerdeki yöneticiler, ABD’li yetkililerin üsler konusundaki statükoyu koruma arzusunu destekleme eğilimindedirler. Sonuçta, çoğunlukla temel çıkarları kullanarak kendileri hesabına kazanç elde etmek veya kendi siyasi hayatlarını sağlama almak düşücesindeler.

Filipinlerin Marcos’u, eski Güney Kore diktatörü Syngman Rhee ve daha yakın tarihte Cibuti’yi yöneten İsmail Ömer Guelleh, Washington’dan ekonomik yardım almak için üsleri kullanma yolunda tipik bir tavır sergileyerek, iktidarlarını korumak için siyasi müttefiklik üzerinde yoğunlaştılar. Diğerleri, uluslararası prestijlerini ve meşruiyetlerini güçlendirmek veya yerel siyasi muhaliflere karşı uyguladıkları şiddeti haklı kılmak için bu üslere sırtlarını dayamışlardır. Güçlü General Chun Doo-hwan, Güney Kore hükümetinin binlerce demokrasi taraftarını öldürdüğü 1980 yılındaki Kwangju katliamının ardından, Amerikan üsleri ve askeri birliklerinin varlığını Washington’ın desteğini almak için onayladığını açıkça belirtti. Bunun doğruluğu hâlâ tarihsel bir tartışma konusudur. Öte yandan gerçek olan, Amerikalı liderlerin baskıcı rejimlere yönelik eleştirileri susturmasıdır; çünkü bu ülkelerdeki üslere ihtiyaçları var. Buna ek olarak, böyle bir mevcudiyet genellikle askeri ilişkiler temelinde yürür; silah satışları ve temel sözleşmelere eşlik eden eğitim faaliyetlerinden dolayı bu ülkelerdeki sivil kurumlardan ziyade askeri teşkilatı güçlendirme eğilimindedirler.

Bu arada baskıcı rejimlerin muhalifler hem yönetici elitleri hem de ABD’yi protesto etmek için askeri üs karşıtlığını, milliyetçiliği ve öfkeyi bir araç olarak sıkça kullanıyorlar. Bu ise Washington’da kaygı uyandırıyor; bu da demokrasiye geçişin bir çöküşe neden olabileceği endişesini yaratıyor ve bu durum genellikle demokratik olmayan yöneticilere verilen desteğin ikiye katlamasına yol açıyor. Sonuç, muhalefete dönük baskının, ABD destekli olarak artan bir baskı döngüsüne dönüşmesi olabilir.

GERİ TEPME

Kimileri, “kötü aktörleri” caydırmak ve ABD'yi desteklemek için demokratik olmayan ülkelerdeki üslerin varlığını savunurken, diktatörlere ve otokratlara destek vermek, yalnızca ev sahibi ülkelerin vatandaşları için değil, aynı zamanda ABD vatandaşları için de zarar verici oluyor. Ortadoğu'daki temel birikim bunun en önemli kanıtıdır. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesinden ve İran Devrimi’nin yaşandığı 1979’dan beri Pentagon, milyarlarca dolarlık maliyetle Ortadoğu’da askeri üsler inşa etti. Eski West Point profesörü Bradley Bowman’a göre, bu üsler ve onlarla birlikte askeri birlikler “Amerikan karşıtlığı ve radikalleşme sürecinde büyük bir hızlandırıcı etken” oldu. Araştırma, benzer şekilde üsler ve El-Kaide’nin militan sayısı arasında bir doğru orantıyı da ortaya koydu.

Suudi Arabistan, Irak ve Afganistan’da vuku bulan en feci askeri katliamlar, Büyük Ortadoğu'ya yayılan ve Avrupa ile Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan terörist saldırılara neden olan radikal militanlığın oluşmasına yardımcı olmuştur. Neticede, Müslümanların kutsal topraklarındaki bu üslerin ve askeri birliklerin varlığı, El-Kaide ve Usame bin Ladin'in 11 Eylül saldırılarına liişkin gerekçelerinin bir parçasına dönüşerek büyük bir propaganda aracı oldu.

Filipinler’de yenilenen üsler ve ayrıca Bahreyn, Mısır, Türkiye ve Tayland’daki Duterte ve benzeri otoriter liderleri ağırlamak isteyen Trump yönetimi aracılığıyla insan hakları ihlalleri artacak ve gelecek yıllar boyunca tahmin edilemeyecek bir acımasızlık ve bir canlı bomba nedeniyle ölme olasılığı artacaktır.

*David Vine, Washington’daki Amerikan Üniversitesi’nde antropoloji profesörlüğü yapıyor ve Utah Adası: Diego Garcia'daki Amerikan Askeri Üssünün Gizli Tarihi kitabının yazarıdır. New York Times, Washington Post, The Guardian ve Mother Jones’ta yazıları yayınlanmaktadır.

Makalenin aslı Alternet sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)