Stony Brook Üniversitesi, Felsefe Bölümü Kürsü Başkanı Robert Crease, aynı zamanda bir bilim tarihi uzmanı. ABD’de yayımlanmasının üzerinden, henüz bir hafta bile geçmemiş olan, The Workshop and the World: What Ten Thinkers Can Teach Us About Science and Authority isimli kitabı, bilim dünyasında ilgiyle karşılandı. Etkisi dünyaya yön verecek denli önemli on düşünürden birisinin Atatürk olduğunun saptandığı bu kitap, Türkiye’de farklı bir heyecana neden oldu.
Artık, buzulların eridiği konusunda bile inandırıcı bulunmayan, belirli çıkar gruplarının yararına eğilip bükülebilen bilime, prestijinin nasıl geri kazandırılabileceği konusunda beş yıl çalışan Crease, tarihe bakmayı deniyor. Tarihte, bilimin bir otorite haline gelmeye başladığı dönemlerde, buna güçlü bir biçimde karşı koyanların olduğu biliniyor. Yazar, bilim taraftarlarının, meslek yaşamlarını hatta, canlarını tehlikeye atarak aldıkları karşı tedbirleri incelemiş. Bilimin bir otorite olarak tesis edildiği günlerden, artık güvenilir bulunmaktan uzaklaştığı günümüze gelinceye dek, nerede yanlış yapıldığının izlerini sürmüş.
Kitabın merkezine; insandan, toplumdan kopuk bilim yapılamayacağı fikrini yerleştiren Crease; bilim “işe yarar” diyerek nutuk atmanın, bağırmanın, grafiklere sarılıp, istatistiklerle ikna etme çabalarının işe yaramayacağına değiniyor. Endişe verici gidişatın tesadüfen ortaya çıkmadığını, bunun geleneğin aşınmasının bir ürünü olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.
Kitap dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde, Francis Bacon, Galileo Galilei ve Rene Descartes ele alınıyor. Bilindiği gibi, yaşadıkları dönem olan 16'ncı ve 17'nci yüzyıllarda, kabul gören sadece iki otorite vardı: Manevi ve seküler otoriteler. Bu üçlü sayesinde, bilimin, yeni bir otorite olarak ortaya çıkışı, ilk bölümün konusu. Bu dönemde bile, bilimin zayıf taraflarının ortaya çıkmaya başladığının altı çiziliyor.
İkinci bölümde, Giambattista Vico, Mary Shelley ve August Comte değerlendiriliyor. 18'inci ve 19'uncu yüzyıllarda, yukarıda değinilen zayıf taraflar, artık, belirgin bir hale gelmiş ve bilimsel bulguların fazla önemsendiği, güvenilmezliği, ve aşındırıcı yanları dile getirilir olmuştu. Bilimsel yöntemin, bilimsel alanın dışında tek taraflı bir takibinin, insanlığın kültürel yaşamı için toksik olduğundan söz ediliyordu. Hatta, Vico, bilimin, beşeriyetin dışlanarak öğretilmesi halinde insanların, mantıklı bir biçimde delireceklerini söylüyordu.
Üçüncü bölümde Max Weber, Mustafa Kemâl Atatürk ve Edmund Husserl ele alınıyor. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözünün; kapsamlı bir içgözlem ve geniş ölçekli bir beşeri bilimler eğitiminin sonucu olarak sarf edildiğine değinilerek, bu sözle; bilimin otoritesinin alet, araç, grafikler, veriler ve yöntemden daha çok, beşeri bilimlere yaslandığının altı çiziliyor.
Dördüncü bölümde ise, Hannah Arendt, otoritenin yeniden keşfedilmesi incelendiğinden, tek başına ele alınmış.
Atatürk’ün kaleme alındığı bölümün adı “Atatürk, Bilim ve Vatanseverlik” Sayfaların hemen tamamı, yazarın “Türk deneyimi” olarak adlandırdığı, önemli toplumsal değişikliği hazırlayan, bilimsel gelişmelerle ilgili tarihsel olayların incelenmesine ayrılmış. Bölüme giriş, “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir” sözü ile yapılmış. Bu sözün, Türkiye’de okulların, devlet dairelerinin duvarlarına kazılmış olsa da, belirli bazı kesimlerin, hâlâ buna karşı olduğuna işaret edilmiş.
Yazar, sıradan, hatta zaten başka türlü olamayacağını düşündüğümüz bir şeye işaret eden “en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözünün, söylendiği dönemde söylenebilmesinin tartışmaya açık ve cesur bir söz olduğu belirtiliyor. Atatürk’ün bu sözündeki ilm ve fen sözcüklerinin, yan yana kullanımlarındaki denge ustalığını, sözcüklerin etimolojilerini ve kültürel bağlamdaki yerlerini inceleyerek anlaşılır kılıyor. İlm kökünden türeyen, Arapça ilim sözcüğünün, Tanrı’nın kendisinin, bizatihi sahip olduğu bir bilgi olduğu ve neredeyse İslâm sözcüğü ile eş anlamlı kullanılabildiği bilgisi ile konuya giriş yapıyor. İlim sözcüğünün, matematik ve tıp bilgisinin yanı sıra tefsir ve fıkıh gibi çalışma alanlarında da kullanıldığını söylüyor. Fen sözcüğünün ise daha çok pratik bilgiye yönelik bir kullanımı olduğunu belirtiyor. Yeni Türkiye için önerilen yeni bilgi ilim midir fen mi?
Osmanlı'nın, gerileme döneminde, kâfir topraklardan gelen yeni bilgiye nasıl gönülsüzce teslim oldukları; bu konuda reformist padişahların karşılaştıkları güçlükler ve reformların niteliği tek tek anılarak anlatılmış. Yoğunlaşılan konu ise “yeni bilgi”nin bir Müslümanı yoldan çıkarıp çıkarmayacağı konusunda oluşan tedirginliğin, toplumu nasıl ikiye böldüğü. Bu argümanın temelinde, insanın eylem ve söylem birliğinin korunması olduğu için; kitapta, bu tarihsel bilgi ile, bu türden birliğin sağlanmasının günümüz için olanaklılığını irdeleniyor. Bilimsel otoritenin, değişen tarihsel koşullar içinde şu soruları sorarak ve yanıtlayarak kendisini dengede tutması gerektiğini söylüyor: “Bilimi destekleyenler ile yadsıyanlar kimlerdir?” “Kim yararlanıyor?” ve “Üzerimizde ne gibi bir etkisi olacak?” Ona göre, bilimin otoritesini tekrar kazanması ve sürdürebilmesi için bilimsel yeteneğe değil, beşeri yeteneğe ihtiyaç vardır.
Bir yanda, kâfirin bilgisine kaş çatan, bu bilgiyi, kiliseden gelen, sonunda kimliğimizi değerlerimizi yok edecek türde bilgi olarak tehlikeli bulan cahillerden; diğer yanda, Avrupalı gibi yiyip içen, giyinen, geleneğe ve dîne karşı saygısız, tartıştığı konularla ilgili konularda bilgisi olmayan yazarın fop olarak adlandırdığı züppelerden oluşan bir halk. Atatürk’ün bu sözünün, bir asır süren bu yorucu kültürel çatışmanın sentezi olması bakımından önemli bulduğunu belirten Crease, bu bakış açısının, bilim karşıtlarının önünü kesmekte uygulanmasının faydalı olacağını söylüyor. Bu tartışmanın her iki tarafını da ilgilendiren sorunların; değerlerimizin ne olduğu, eylemlerimizin sonuçlarından nasıl etkileneceğimiz, eylemlerimizden etkilenecek olan kesimlerin kimler olduğu gibi hususlar olduğunu belirtiyor.
Neredeyse yüz yıl önce Atatürk’ü kapak yapan Times dergisi, onun, halkına; kendilerinde içkin/mündemiç nitelikleri geliştirecekleri, eylem ve düşüncede bağımsızlığa ulaşacakları bir özgürlük anlayışı sunduğundan söz ediyordu. Bunun ne denli başarılabildiği tartışılır.
Yazar Atatürk’ün konuşmasının şöyle devam ettiğinden haberdar mıdır, bilinmez; bize aklın yolu birdir demek kalıyor: “Yalnız; ilmin ve fennin, yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanla takip eylemek şarttır.”