Biliyorsunuz geçtiğimiz hafta, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie ile Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi'nde Afganistan'dan çekilme sürecine ilişkin ifade verdi. Savunma Bakanı’nın ifadeleri çarpıcı olduğu kadar kendi başarısızlıklarının da itirafıydı. “Afgan ordusunun tek mermi atmadan erimesine çok şaşırdıklarını” belirten Savunma Bakanı Austin, “Devlet kurmaya yardım ettik ama bunu ulusa dönüştüremedik” diye konuştu.
Türkiye’de Arapça yayın yapan kanallardan birinde programa katılmıştım, konu İdlib ve Suriye meselesiydi. Ben devletlerin silahlanma yarışına girmesinin anlamsız olduğunu, aynı bağlamda Türkiye’nin S-400 almasının yarar ve zararlarını tartışmak yerine meselenin kökenine inip silahlanmanın kendisine karşı olmamız gerektiğini, tehditler ve devletin ihtiyacı meselesinin başka bir tartışma olduğunu ifade etmiştim.
Yeryüzünde milyonlarca aç insan varken bunun sürdürülebilir ve insani bir durum olmadığını söylemiştim dinleyici ve haziruna. Programı sunan TV spikeri, benim tutumuma itiraz etmiş ve “devlet aklı farklı çalışır, bu aklı anlamaya çalışmalıyız” demişti. Ben ise devlet aklına direnmemiz gerektiğini, zira devletlerin bizi kendileri gibi düşünmeye zorladığını dile getirmiştim.
Ayrıca tek bir devlet aklı da yoktu. Yeni Zelanda’daki devlet aklı vatandaşlarının refahını öncelik listesi içerisinde görürken ABD’deki devlet aklı ise silahlanma yarışını kışkırtan bir devletti. Silahların teknolojik seviyesi ve asker sayısı bakımından en yakın rakibine 9-10 kat fark atacak bir yıkım kapasitesine sahipti. Dolayısıyla “devlet aklı” diyerek sanki son derece doğal bir akıl yapısıyla karşı karşıyaymış izlenimi yaratılmamalıydı. Daha çok “Silahlı bürokratik devlet aklı”, “Refah toplumundan yana olan devlet aklı”, “Demokratik devlet aklı” vs. gibi farklı akıllardan bahsedebilirdik. Kaldı ki neden devlet gibi düşünmek zorundaydık ki? Savaşlar neden kaçınılmaz olsundu? Tabii programda bunların tamamını bu kadar ayrıntılı ifade etmeye ne zaman ne de zemin elverirdi ama meramımı koşullar elverdiğince anlatmaya çalışmıştım.
Şimdi bütün bunların Afganistan’da yaşananlarla ve ABD’nin Afganistan fiyaskosuyla ne alakası var, değil mi? Efendim şöyle söyleyeyim; içinde toplumsal, siyasi, ekonomik farklı boyutların olduğu bir mesele ne kadar güvenlikçi bakış açısıyla ele alınırsa, o kadar çözümü zorlaşır. Dolayısıyla bir devlet aklı, ABD gibi böyle şiddet yüklüyse, Vietnam’da nasıl çuvalladıysa, Irak’ta nasıl çuvalladıysa, Afganistan’da da aynı şekilde çuvallaması kaçınılmazdır.
Çünkü güvenlikçi bir akıl, askeri önlemlere takıntılı olduğundan toplumsal-ekonomik vs. diğer boyutları ıskaladığı için hakiki sorunlara yönelik çözüm üretmez, üretemez. Dolayısıyla yerel halk için işgalin ve işgalci olmanın ne anlama geldiğini anlamaz ya da anlamak istemez. Ayrıca işgalin yanlışlığı üzerine kafa yoracağına, halkın işgalcilere tepkisini garipser, “biz onların iyiliği için geldik, neden bize tepki gösteriyorlar ki” diye düşünür. Brad Pitt’in başrol oynadığı “War Machine” adlı filmdeki enstantaneler o kadar çarpıcı ki, 2017 yapımı film, her şeyi özetliyor aslında. ABD’nin neden başarısız olduğunu, neden yerli halkla sağlıklı ilişkiler kuramadığını güzelce hicvediyor, meseleyi son derece ironik bir şekilde gayet güzel anlatıyor. Aslında film, 2012’de yayınlanan Michael Hastings’e ait “The Operators: The Wild and Terrifying Inside Story of America's War in Afghanistan” adlı kitaptan ilham almış. Amerikan aklının Afganistan’da nasıl afalladığını, yapılan fahiş hataları ve sivil katliamlarını anlatıyor. Filmi seyrettikten sonra ABD’nin Afganistan’da başarısız olmak için neredeyse hiçbir fedakarlıktan (!) çekinmediğini anlıyorsunuz.
İşte bunlar hep devlet aklının “güzelliklerinden”. Varsa yoksa silah endüstrisi… Kapitalizmin ağababası bir ülke, silah endüstrisini beslemek için savaşlar çıkarmayacak, askeri müdahalede bulunmayacak da ya ne halt yiyecek öyle değil mi? Afganistan’ı işgal etmek yerine neden ülkenin kalkınmasına, ekonomik gelişmişlik ve refahın artırılarak ülkedeki sorunların azalmasına ve böylece el Kaide ve terör biçimlerinin beslendiği işsizlik sarmalından ülkenin kurtulmasına katkı sağlasın ki? Silah endüstrisi patronları, tahtaları mı kemirsin?
ABD dış politikasının duayen ismi ve 1950’lerde Dışişleri Bakanlığı yapmış, Türkiye Cumhuriyeti’yle yaşıt Henry Kissinger’in Afganistan’daki fiyaskoyu çözümlemeye çalışan yazısı son derece basit argümantasyonlara dayanıyor ama Amerikan devlet aklının nerelerden esinlendiğini anlamamızı oldukça kolaylaştırıyor. Şöyle diyor Kissinger:
“Zira Afganistan hiçbir zaman modern bir devlet olmadı. Devlet olma, ortak bir sorumluluk duygusu ve otoritenin merkezileşmesini gerektirir. Afgan toprağı birçok unsur bakımından zengin ama bunlardan yoksundur. Afganistan’da hükûmetin yetkisinin ülke genelinde homojen olarak dağıldığı modern demokratik bir devlet inşa etmek yıllar, hatta onlarca yıla tekabül eden bir zaman dilimi anlamına gelir, ülkenin coğrafi ve etnik-dinsel mahiyetine de aykırıdır. Afganistan’ı daha en başından terörist ağlar için çekici bir üs kılan, tam da Afganistan’ın disiplinsizliği, erişilemezliği ve merkezî otoritenin bulunmayışıydı.”
Dikkat edilirse Kissinger, sorunu büyük ölçüde Afganistan’ın modern bir devlet olamayışına veya bu konudaki Afgan halkının beceriksizliğine bağlıyor ama bölgesel ve küresel güçlerin Afganistan’ı Soğuk Savaş yıllarından, hatta 19. yüzyılın başlarında sahnelenen “Büyük Oyun”dan bu yana neden bir çatışma alanına dönüştürdüğüne, Batılı güçlerin sürekli işgaller ve iç savaşlarla nasıl modern devleti imkânsız hale getirdiğine kafa yormuyor. Savunma Bakanı Austin’in de yaklaşımı çok farklı değil aslında, o da bütün suçu bir türlü eğitilemeyen Afgan ordusunda görüyor. Örneğin; neden yolsuzlukçu Karzai rejimini işbaşına getirdiklerine ve insan hakları ihlallerine bırakın göz yummayı, destek verdiklerine dair tek bir özeleştiri yok.
Sadece bir önceki paragrafta özeleştiri mahiyetinde “Askeri hedefleri oldukça kesin ve ulaşılamazdı, siyasi hedefleri ise oldukça muğlak ve tarifi zordu” ifadesini kullanıyor ancak buradaki tespitler de isabetli olmaktan çok uzak. ABD, Afganistan’daki sorunları orduya havale ederek çözüm elde edebileceğini zannetti ama şu ana kadar, diyelim ki son yirmi sene içerisinde 500 milyar dolar harcadıysa bir o kadar daha harcasa bakış açısını değiştirmediği sürece değişen hiçbir şey olmayacağını göremiyor.
Nitekim ABD Savunma Bakanı Austin’le aynı basın toplantısında konuşan ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley, kafasını duvara vururcasına ne demişti: “Bu kadar büyük bir ordu ve hükümetin 11 günde çöküşünü nasıl kaçırdık?”
***
Kapak Fotoğrafı: ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley (solda), ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin (ortada) ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie (sağda).