ABD'nin Çin sorunu

Biden yönetimi içeride yeni bir meşruiyet yaratarak, müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirerek ve Çin’e yönelik olarak askerî çevreleme yanında küresel bir demokratikleşme dalgası yaratarak son bir hamleyi denemeye çalışıyor. İçeride Trump’ın açtığı yaraları sararak kendisinin demokratik ve iyi huylu bir hegemonik güç olduğunu gösterip, Çin’in otoriter modelinin sakıncalarını göstermeye çalışıyor. Bunlar ABD’nin elinde kalan son araçlar.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Geçen hafta Alaska’da buluşan ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti dışişleri bakanları ve ulusal güvenlik yetkilileri görüşmelere karşılıklı suçlama ve tartışmalarla başladılar. Daha önceleri pek rastlanılmayan bu tarz, Çin tarafının artık özellikle Covid-19 sonrası dünyada kendisine olan güveninin arttığını, ABD ile eşit mesafeden konuşma noktasına geldiğini gösteriyordu. Keza birkaç ay önce yine çok alışık olunmayan bir şekilde Çin’in Washington büyükelçisi, ABD’nin Asya’da Çin’i dengelemek (yani çevreleme) için bir koalisyon oluşturma çabalarının başarısız olacağını söyledi. Bu ve buna benzer gelişmeler ABD’nin, baş etmekte zorlandığı Çin sorununu ve Çin’in küresel sistem içindeki yerini tekrar tartışmaya açtı. Bu yazıda, ABD’nin artık yalnızca dış politikasını değil, teknoloji, siyasal sistem, gelir dağılımı, insan hakları, Ortadoğu dahil bölgesel politikalar, müttefiklerle ilişkiler gibi çok geniş bir alanda siyaset oluştururken Çin faktörünü göz önüne almaya başladığını tartışacağım. Diğer bir deyişle, Çin artık ABD açısından bir dış politika konusu olmaktan çıkıp, hayatın her alanında etkisi görülen bir soruna dönüştü.

ÇİN’E KARŞI NE YAPSA TUTMUYOR

1980’lerden itibaren Batı ile pazarlık yaparak ekonomisini yatırım için Batı’ya açan Çin, giderek kendi belirlediği bir yöntemle kapitalistleşirken, Batı sistemi için kurtarıcı olmuştu. Batı’da sıkışmış ve getirisi azalmış sermaye, ucuz işgücünün olduğu, aşamalı olarak pazar kapasitesi artan Çin’in sağladığı imkanlardan sonuna kadar yararlandı ve bu durum hâlâ devam etmekte. Bu yönüyle Çin Batı merkezli küresel kapitalizm için yaşamsal öneme sahip. Fakat sorun Çin’in ekonomik açılımı kendi izin verdiği alan ve oranda gerçekleştirmesi ve bu ekonomik açılmanın, bir türlü siyasal açıklığa dönüşmesine izin vermemesi. ABD, 2. Dünya Savaşı sonrası kurduğu hiyerarşik küresel düzende, Çin’e bir yer tahsis etti ama Çin bunu kabul etmeyerek, Batı sisteminin bir parçası olmayı reddetti. Çin daha çok emek yoğun sektörlerde yoğunlaşacak, ekonomik büyümesini siyasal ve güvenlik alanlarına yansıtmayacak, Batılı şirketlerin yatırımına güvence verecek, ABD müttefiklerinden uzak duracak, bölgesel ve küresel bir stratejiye sahip olmayacak, zaten kentleşme ve orta sınıflaşma arttıkça bu geniş kitleler daha liberal bir düzen ve demokrasi talep edecekti. Bu plan tutmadı. Çin şu anda dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve böyle giderse ABD’yi geçecek. Bütün dünyada yapılan ihracatın yüzde 16’sını Çin gerçekleştiriyor, ABD yüzde 10’da kalıyor, sermaye ihracında ABD’nin önünde, sermaye ithalinde ABD’den sonra ikinci sırada. Dünyada Çin ile dış ticaret yapan her ülke açık veriyor. Çin bu fazlayı Bir Kuşak Bir Yol projesi gibi iddialı ekonomik ve stratejik projelere yönlendiriyor.

TRUMPİZM OLMADI

ABD, Çin’i kontrol edebilme imkanlarına sahip değil. Şimdiye kadar sessiz ve derinden giden, zamanın kendisi lehine çalıştığını düşünerek (aslında burada nüfus azalması gibi ciddi sorunlar var) sabır siyaseti izleyen, yüksek perdeden konuşmayan bir Çin’i, ekonomik ve askerî açıdan yavaşlatmak mümkün olmadı. ABD açısından daha da kaygı uyandıran gelişme, Çin’in hızla silahlanması. Bir ABD’li yetkili "ilişkilerimiz iyiyken de silahlanma büyük hızla sürüyor, ilişkilerimiz bozulduğunda da aynen devam ediyor" diyerek kaygısını dile getiriyordu. Bir başka Çin uzmanı da, Çin’in hangi konuda zayıf olduğunu yazsak, hemen oraya yöneliyor ve kendisini geliştirmeye başlıyor diye yakınıyordu.

ABD, Obama döneminde Pivot Asia denen ve küresel askerî ağırlığını Pasifik’e kaydıran bir stratejiye yöneldi. Vietnam, Singapur, Filipinler gibi Asya ülkeleriyle askerî ilişkilerini geliştirdi, Quad adı verilen ve Avustralya, Hindistan, Japonya ve kendisinin içinde olduğu dörtlü bir stratejik işbirliği girişimi başlattı. Bu yöndeki tek başarısı Hindistan’ı, Çin’den uzak tutabilmek oldu. Trump yönetimi bir bakıma içe kapanma, dış ticareti azaltma, küreselleşmeyi yavaşlatma, bölgesel sorunlara dahil olmama, otoriterleşme, milliyetçiliği yükseltme, uluslararası örgütleri zayıflatma gibi araçlarla Çin’i zayıflatmayı denedi. Hiçbirinin işe yaramadığı görüldü. Ne Çin’in ekonomik büyümesi yavaşladı, ne silahlanma hızı. Tersine Trump dönemi, ABD gücünün içeride ve dışarıda birçok açıdan zayıflamasına yol açtı. Trump’ın Çin’e kabul ettirdiği ticaret anlaşması 200 milyar dolarlık bir ABD ihracat artışını öngörüyordu, buna yaklaşılamadı, ABD merkezli hizmet sektörünün Çin’e girişi gerçekleşmedi. Trump yönetiminin tek yaptığı 2017’de yayınladığı Ulusal Güvenlik Savunma Belgesinde Çin’i “stratejik rakip” olarak tanımlamak oldu. Ama bu uygulamada kapsamlı bir stratejiye dönüşmedi.

BIDEN İLE GELEN

ABD’nin artık Çin’e uluslararası sistemde bir yer belirlemesi için çok geç. Çin ABD tarafından, iklim, çevre, salgınlar gibi konularda işbirliğine devam etse de, kendi kurduğu küresel düzende değişiklik isteyen revizyonist bir güç olarak görülüyor. Bunun yerine ABD, Çin’i 2013 öncesine, yani Şi Cinping öncesine dönmesi stratejisine yöneliyor. Bunun anlamı da Çin’in küresel düzenin uyumlu bir aktörü, statükocu bir güç olması. ABD Biden yönetiminde bütün ağırlığını Çin’i tekrar statükocu bir güç haline getirmeye verecek. Bunun için de çok kapsamlı bir stratejiye yöneleceğinin işaretlerini vermeye başladı. Hegemonik restorasyonu hedefleyen söz konusu strateji hem ABD iç politikasında bir dönüşüme, hem de dış politikasında yeni bir paradigma arayışına dayanıyor. Bunlar iç meşruiyeti güçlendirme, müttefiklerle ilişkileri geliştirme ve demokrasilerle otoriterlik arasında yeni bir jeopolitik kırılma yaratma.

ORTA SINIF SORUNU VE İÇ MEŞRUİYET

Hegemonya kaybını önlemek için Biden yönetimi öncelikle işe içeriyi toparlamakla başladı. Daha önceki yazılarda da bahsettiğim gibi, büyümeden pay alamayan orta sınıfın ve alt gelir gruplarının yaşam standartlarını yükseltmeye, bir tür yeni bir new deal, yani Amerikan tipi sosyal devlet anlayışının bazı yönlerinin uygulanmasına geçilecek. Carnegie düşünce kuruluşu ve birçok çevre uzun süre bu konuda çalışmalar yürütüyordu. Biden ekibi bunu daha seçim kampanyasında “orta sınıflar için dış politika” olarak da tanımlamıştı. Asgarî ücretin artırılması, pandemi yüzünden zor durumdaki kesimlere doğrudan yardım bunun parçaları. Yalnız Biden yönetiminin orta sınıfa destek adı altında, yıllık 400 bin dolar gelire sahip olanların altındakilere vergi indirimi planı, onun orta sınıf tanımı açısından hem eleştiri hem alay konusu oldu. ABD’de kişi başı gelir 65 bin dolar civarı. Orta sınıfı tanımlamak zor olsa da, genel kabul ABD için 53-85 bin dolar yıllık gelire sahip olanlar. (Tabii bu rakamları TL cinsinden vermek çok şişkin rakamlara ulaşmak demek. 65 bin dolar ortalama yıllık gelir aylık 40 bin TL ediyor). Yine de, yönetim 1.9 trilyon dolarlık yardım paketini uygulamaya koydu.

Yeni yayımlanan Geçici Ulusal Güvenlik Belgesi, şimdiye kadar görülmemiş bir orta sınıf vurgusu, çalışan aileler, eşitlik, ırkçılık karşıtlığı, LGBT hakları vurgusu içeriyor, yalnızca kriz anlarında değil, genel bir refah yükselmesine dayalı yeni bir toplumsal sözleşmenin gerekliliğinden söz ediyor. Dış politika ve dış ticaretin nihaî hedefinin yalnızca şirket kazançları değil, ailelerin ve çalışanların yaşam seviyesini yükseltmesi gerektiği gibi hususlara yer veriyor. Ayrıca Biden yönetimi göçmen politikası, siyah ve diğer renkli grupların hakları konusuna önem veriyor. Bu politikanın Amerikan halkının sisteme olan bağlılığını sağlayacağı ve Çin ile girişilecek stratejik rekabette üstün gelmek için gerekli olduğu da açıkça belirtiliyor.

MÜTTEFİKLERLE YAKINLAŞMA, BÖLGESEL SAVAŞLARDAN KAÇINMA

Biden, ABD geri geldi derken, müttefikleriyle birlikte geri gelmeyi kastediyordu. Trump yönetimi, şu anki küresel güç dengeleri düşünüldüğünde akla sığmayan bir müttefiklerle sorun çıkarma politikası izledi. Oysa, ABD’nin tam da bu dönemde müttefiklerine daha fazla ihtiyacı olduğu çok açık. Zaten Çin’in küresel rekabet ve mücadelede ABD karşısındaki en zayıf noktalarından biri, müttefikinin olmaması ve ABD’nin Çin karşısına müttefikleriyle birlikte çıkması. Örneğin, Dışişleri Bakanı Blinken, Alaska’daki görüşmeye, müttefikleri G. Kore ve Japonya’ya yaptığı ziyaretin hemen ardından gitti. ABD’nin hem Çin, hem de Rusya ile şu anda içinde bulunduğu stratejik çekişmede, her bir müttefiki çok değerli ve dört yıllık yıpranmanın ardından tekrar bu ilişkileri tamir etme yoluna girdi. Bu çerçevede NATO gibi örgütleri güçlendirme, bıraktığı her boşluğu doldurduğu görülen Çin’e daha fazla alan açmamak için Dünya Sağlık Örgütü gibi kuruluşlara geri dönme ve Dünya Ticaret Örgütü'nü yeniden yapılandırma politikasına geçti.

Ayrıca, Biden yönetimi, ABD'nin Obama’nın son döneminde başlattığı ve Trump ile devam eden, bölgesel çatışmalara da dahil olmama politikasını da sürdürecek. Bu tür çatışmalar, Irak işgalinden beri tartışılan, ABD’nin Çin’e yöneltmesi beklenen enerjisini, boş yere emdiği gerekçesiyle eleştirilmekteydi. Artık ABD’nin Ortadoğu gibi bölgelerde çatışma süreçlerini sona erdirmeye yönelik politikalara dönmesi beklenebilir. Bunun ilk göstergesi Yemen iç savaşı oldu.

OTORİTERLER VE DEMOKRATLAR

ABD, dört yıllık Trump parantezi sonrası, dış politikasında yeniden insan hakları ve demokratikleşmeyi kullanmaya başlayacak. Bu konu alt başlık olmanın çok daha ötesinde önem taşıyor ve önümüzdeki haftalarda üzerinde daha fazla durmayı gerektiriyor. Şu kadarını söylemek gerekir ki; Çin ile giriştiği mücadelede ABD’nin elindeki araçlardan biri de insan hakları ve demokratikleşme konusu. Soğuk Savaş döneminde iki farklı ekonomik ve siyasal sistem arasında belirgin bir ayrım vardı. Çin ile rekabette ise kapitalizmin iki versiyonu arasında bir çekişme yaşanıyor. Dolayısıyla, farkı yaratacak olan siyasal sistemler. Bu yüzden ABD küresel olarak Çin’i yalnızlaştırmak için, gerilim hattını otoriter ve demokratik sistemler olarak belirginleştirecek. Bunun için önce içeriden, sonra bu konuda bazı sorunlu müttefiklerinden işe başlayacak. Şimdiden Amerikan belgeleri, raporları dünyadaki temel fay hattının otoriter ve demokratik sistemler olduğunu vurgulamaya başladılar. ABD’nin amacı Çin’i bu konuda yalnızlaştırmak ve tutarlığını göstermek için kendi içinde düzenlemelere gitmek ve müttefiklerini demokratikleşme konusunda zorlamak. Bu konuda ne kadar ısrarcı olacağını ve nereye kadar gideceğini ise zaman gösterecek. Ama her durumda Çin başta Uygur ve Honk Kong olmak üzere Batı’nın insan hakları konusundaki baskısını hissedecek.

Biden yönetimi içeride yeni bir meşruiyet yaratarak, müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirerek ve Çin’e yönelik olarak askerî çevreleme yanında küresel bir demokratikleşme dalgası yaratarak son bir hamleyi denemeye çalışıyor. İçeride Trump’ın açtığı yaraları sararak kendisinin demokratik ve iyi huylu bir hegemonik güç olduğunu gösterip, Çin’in otoriter modelinin sakıncalarını göstermeye çalışıyor. Bunlar ABD’nin elinde kalan son araçlar. Eğer bu araçlar da yetersiz kalırsa, önümüzdeki dönemde, Çin askerî olarak daha fazla güçlenmeden, ABD’nin müttefiklerini de ikna ederek Çin’e yönelik ekonomik ve askerî önlemleri kullanarak sertleşme yoluna gitmesi gibi daha riskli bir senaryo söz konusu olacak.

 
 
Tüm yazılarını göster