Türkiye’nin ABD veya Rusya Federasyonu'nun (RF) Suriye siyasetlerini dönüştürmeye muktedir olmadığı ortada. Üstelik, RF ve ABD’den farklı olarak Türkiye, Suriye’nin komşusu. Öyleyse kendi Suriye siyasetini değiştirecek olan Türkiye.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’li işadamlarını 7 Şubat 2019 tarihindeki kabulünde, “ABD'nin Suriye'den çekilmesinin bölgede terör örgütlerinin istismar edeceği otorite boşluğu oluşturmaması önemlidir. Biz kararlı olarak burada DEAŞ'ı sıfırlarız, El Bab'da bunu gösterdik, dedik. Ama maalesef bu adım YPG/PYD ile yürütüldü. Bunun faturasının yıllar sonra ortaya çıkacağını tahmin ediyorum. Tüm terör örgütleriyle mücadeleye kararlıyız. ABD'nin de bizimle aynı hassasiyetleri paylaştığını düşünüyorum." dedi. Herhalde söz konusu ifadeler, hem ABD ile ilişkilerde, hem kuzeydoğu Suriye’ye karadan tek taraflı askeri müdahale konularında geniş bir virajın alınmakta olduğunu yeterince anlatıyor. Zira bu defa Erdoğan, ne mühlet koyarak zorlayıcı bir yaklaşım sergilemiş, ne talepler yerine gelmediği takdirde devreye sokulacak seçenekler sıralamış.
Ankara, ABD’ye karşı seçeneklerini Rusya’dan S-400 almak, Şam’la doğrudan pazarlığa oturmak, İran’ı çevreleme siyasetine uymamak olarak dışa vuruyor. Doğrusu, bu zayıf bir menü ve bunlar esasen yapay seçenekler. Saygın uzmanlar Sinan Ülgen ve Can Kasapoğlu’nun EDAM’ın son raporundan da görüleceği üzere, ABD’nin “tatlandırılmış” Patriot teklifi ve elinde tuttuğu (bir başka değerli uzman Prof. Dr. Serhat Güvenç’in defaatle vurguladığı gibi) stratejik bağlamda ulusal savunma mimarimiz için S-400’le karşılaştırmayacak denli yaşamsal önemi haiz F-35 kartı bu seçeneği geçersiz kılıyor. Saddam dönemi Irak’la ilişkileri çağrıştıran, Şam’ın örs, TSK’nın çekiç olacağı Esat’la temas seçeneği de Rusya’nın siyasal çözüm ve Esat’ın kendi müşterisi kalması siyasetine uymadığı gibi, Temsilciler Meclisi’nin koyduğu yasal frenle alandan ABD’nin artık çekilmeyeceği cihetle, resmin dışına çıkıyor. İran’ı çevreleme siyasetine uymamak, Almanya ve Fransa ile birlikte hareket edebilme gibi bir diplomatik manevra marjı sunsa dahi, öncelik ABD’den sarı ışık devşirme olduğunda, o da olanaksızlaşıyor.
Tüm bunlara ilaveten 6 Şubat 2019 tarihinde Vaşington’da toplanan “Küçük Grup” açıklamasında da (Suriye’de) “askeri çözüm arayanların tehlikeli bir tırmanmaya ve bölgesel bir infilaka yol açacakları” uyarısında bulunuldu. ABD’nin örtülü biçimde Türkiye’ye yönelik olduğu belli olan bu uyarısını yanına Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Fransa, Almanya, Britanya’yı alarak yaptığı kaydedilmeli. Buna karşılık Ankara “o zaman ben de yanıma Rusya ve İran’ı alarak YPG’nin tepesine binerim” diyemeyecek tabiatıyla, çünkü o ikili Esat’ı ayakta tutmak için, onun davetiyle Suriye’de. Bir adım daha geri çekildiğimizde ise işte Erdoğan’ın yazının başında alıntıladığım ABD’li işadamlarına çiçek atan konuşmasına ve görselde yer alan ekonomist Atilla Yeşilada’nın elinde tuttuğu kağıda yazılı “IMF” kehanetine geliyoruz. Okura kolaylık olsun diye ben yazayım, IMF genel merkezinin adresi “19 .Cadde No. 700 – Vaşington”: Bilmem zikredebildim mi?
Özetle, Ankara için yol ayrımı Şam’la anlaşıp, ABD’yi yahut ABD ile anlaşıp Rusya’yı dışarıda bırakmak. Aynı bakımdan, orta vadede TSK denetimindeki ters L biçimindeki bölgenin (bkz. Harita) elde tutulması, ancak Cerablus’tan Irak sınırına dek 32x490 km'lik mutasavver dörtgen tampon bölgenin buna eklenebilmesiyle mümkün. FOI bölge uzmanlarından Aron Lund’un İsveç Savunma Bakanlığı için hazırladığı son raporunda dile getirdiği gibi Suriye’deki “status quo” donmuş bir çatışmaya evriliyor: Rusya desteğiyle ayakta durabilen Esat denetimindeki enkaz devlet ile Türkiye ve ABD destekli SDG’nin elindeki iki parçadan oluşan bir yamalı bohça. Diğer bir deyişle, bölgesel orta sıklet güç Türkiye’nin Suriye’deki askerin varlığı ya genişleyecek ya iki küresel ağır sıklet ABD ve RF’nin üzerinde uzlaşacağı siyasal çözüm uyarınca sona erecek.
Türkiye’nin ABD veya RF’nin Suriye siyasetlerini dönüştürmeye muktedir olmadığı ortada. Üstelik, RF ve ABD’den farklı olarak Türkiye, Suriye’nin komşusu. Öyleyse kendi Suriye siyasetini değiştirecek olan Türkiye. Şam’la istihbarat teşkilatları üzerinden açılan iletişim kanalı, hakkında idam kararı bulunan Müslüman Kardeşler üyesinin Kahire’ye iadesi, Kaşıkçı cinayetinin ağza alınmaz oluşu, Başakşehir’de geçen yıl öldürülen Çeçen komutanın hamile eşinin Rusya’ya iadesi Ankara’nın diplomasi sahnesini yeniden düzenleme girişimleri olarak okunabilir. Bunların ardından, 31 Mart seçimleri geçtikten sonra ve seçimin sonuçlarına göre Suriye Kürtleriyle ya Ruslar aracılığıyla Şam’da ya ABD aracılığıyla Ankara’da masaya oturulduğunu da görebiliriz. 31 Mart’a dek ise, Erdoğan’dan ABD’ye yönelik “IŞİD’le mücadeleyi biz devralalım; Kürtlere kol-kanat geriyoruz ama PKK ile mücadele etmek zorundayız” yollu giderek cılızlaşan önerilerin süregideceğini de öngörebiliriz.
ABD’nin Kürtlere özel bir muhabbet ve Türkiye’ye özel bir husumet beslemediğini yinelemeye gerek yok. Verili durumda, ABD Bağdat’tan çıkabilecek olumsuz bir kararın önünü almak ve İran’ın etkisini sınırlamak için Irak Kürdistan Bölgesi’ni ve Kuzeydoğu Suriye’yi gri alanlar olarak tutmak durumunda. Suriye’de Türkiye’ye yapabileceği en büyük ikram Tel Abyad/GreSpi ile RasElAyn/Serekani arasından 30 km. kadar derine inen bir mini dikdörtgen cepte TSK’nın Kuzey Irak benzeri noktasal konuşlanması olabilir. Ankara’nın bu olası zayıf teklifi iç siyaset saikleriyle kabul edip, Astana Süreci kaldıracını çöpe atacağını sanmam. İyice iddialı konuşmak gerekirse Fırat’ın doğusuna tek yanlı askeri müdahale penceresi görülebilir gelecek için kapandı, artık diplomasi zamanı. Ancak dileyelim yedek kulübesine bakılıp, oradan Ali Memluk’lar, Kasım Süleymani’ler yaratılmaya çalışılmasın, iş erbabına bırakılsın. Saygıdeğer Fehim Taştekin’in “Devletler arası ilişkilerde diplomasinin yerini gizli servis almaya başlamışsa sıra dışı, norm dışı, kanun dışı iş oranı artıyor demektir.” uyarısına harfiyen katılıyorum.
Son olarak, eski Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un “Atatürk bugün yaşasaydı Suriye ve Irak sorunlarına nasıl bakardı?” başlıklı makalesine değinmek isterim. Sayın Başbuğ’a Atatürk yaşarken Türkiye hariciyecisinin billur berraklığında bir dille kaleme alıp, 1926 Sınır Anlaşması’yla çözülecek Musul Sorunu hakkında Cemiyet-i Akvam’ın ilgili komisyonuna sunduğu belgeleri incelemesini naçizane öneririm. Zira orada Türkiye Cumhuriyeti rakamlar vererek Kerkük dahil bölgede Kürt ve ikincil olarak Türkmen nüfusun ezici biçimde fazla olduğunu, herhangi bir kamuoyu yoklamasından da rahatlıkla görüleceği üzere Kürtlerin kuruluşu için savaştıkları Türkiye Cumhuriyeti’nin parçası olmak istediklerini belirtir. Kaldı ki cumhuriyetin kuruluşunda da kongrelerin işlevi, yine “Atatürk yaşarken” kaleme alınan 1921 Anayasası'nın ilkeleri de tarihsel veri. Dinçer Demirkent’in “Bir Devlet, İki Cumhuriyet” (Ayrıntı Yay. 2017) kitabında bunun ayrıntıları mevcut. Dolayısıyla bölgede kılıçtan kaleme dönüşün içerideki doğal uzantısı da diyaloga dönüş olmak zorunda.