ABD’nin küresel sistem içindeki yeri ve Ortadoğu politikası konusunda Türkiye medyasında birbiriyle çelişkili yorumlar yer almaya devam ediyor. Bunlardan en yaygın olanı ABD’nin genel bir gerileyiş içinde olduğu ve bunun bir uzantısı olarak Ortadoğu’da ve özellikle Suriye’de mutlak bir hezimete uğradığı şeklinde. İkinci bir yaygın görüş, ABD’nin Obama dönemi dahil belirlenmiş bir Ortadoğu politikasının olmadığı ve bu bölgedeki başarısızlığının ana nedeninin bu olduğu iddiası. Ama öte yandan da gerek ulusalcı gerekse İslamcı medyada ABD’nin Ortadoğu ülkelerini bölme planının devam ettiği, bunun bir parçası olarak Akdeniz’e çıkışı olan bir Kürt devleti kuracağı iddiası sıklıkla dillendiriliyor. Örneğin en son eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Irak ve Suriye’den sonra sıranın Türkiye’ye gelebileceğini” söyledi. (Sözcü, 27 Şubat 2018)
Belki bir kez daha ABD’nin Ortadoğu politikasının anahatlarını ortaya koymak, her gün gelen bölgeye ilişkin haberler arasında dikkatten kaçan ABD genel stratejisini açıklığa kavuşturmak gerekecek. Bu yazıda ABD’nin Ortadoğu politikasının ilk aşamasının Arap milliyetçisi rejimleri tasfiye amacını taşıdığını tartışacağım. Bundan sonra ise sıranın İran, Rusya ve şimdilerde bölgeyle ilgilenmeye başlayacağını ilan eden Çin’in nüfuzunu daraltmak olacağı görülüyor.
KAFA KARIŞIKLIĞININ SEBEBİ
ABD ve Ortadoğu siyaseti konusundaki kafa karışıklığının temel sebeplerinden biri Türkiye’deki analizlerin tek boyutlu bir nitelik taşıması. Türkiye’nin kendisine özgü algılamalarından kaynaklanan bir perdeleme, her gelişmeyi toprak temelli olarak görmesinin yarattığı çok ciddi bir değerlendirme sorunu var.
Türkiye’deki hakim görüşe göre ABD ve genel olarak Batı tek bir politikaya kitlenmiştir o da bölge ülkelerini bölmek! ABD’nin çeşitli bölge stratejileri içinde bazı ülkelerin bölünmesi planı yer alabilir. Bunun geçmişte Kosova gibi çok somut örnekleri vardır. Ama böyle bir gizli plan olsa bile bunun uygulanması çok daha karmaşık bölgesel çabaları gerektirir. Örneğin, 1991’den bu yana, yani 27 yıldır, Türkiye’de Irak’ın bölünmek üzere olduğu söylenir. Oysa, bağımsızlık referandumu bile çok düşük bir maliyetle engellenebildi ve ABD, her konuda destek olduğu müttefiki Kürdistan Bölgesel Yönetimine bu konuda beklediği desteği vermedi.
Amerikan stratejisi için bölünme her zaman öncelikli ve kaçınılmaz bir hedef olmadı. Bir ülkenin bölünmesi ABD açısından eldeki seçeneklerden yalnızca biri olabilir. Bunun endişesi bazen siyasetin kendisi haline de gelebilir, ABD bu korkuya da oynayabilir. Kaldı ki, ABD dış politikasının en önemli özelliği kendi müttefiklerini bölerek zayıflamak yerine, anlaşamadığı iktidarları darbe ve benzeri yollarla devirmeyi ve/veya liderlerini tasfiye etmeyi tercih etmek oldu. Diğer bir deyişle, ABD şimdiye kadar müttefiki olan hiçbir ülkeyi bölmedi.
ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASININ TEMELLERİ
ABD’nin Ortadoğu politikası 2000’lerden itibaren kaçınılmaz olarak dönüştü ve bu yeni dönemde politikasına küresel ve bölgesel gelişmelere bağlı olarak yeni unsurlar eklendi. Soğuk Savaş döneminde belirlenmiş olan İsrail’in güvenliği, enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara kesintisiz ulaşması, doğrudan literatürde yer almasa da petrol ve doğal gaz ticaretinde ABD dolarının kullanılması gibi ilkeler halen devam etmekte. 2002’den itibaren resmi ağızlardan sıkça tekrarlanan terörizmle mücadele ise kendi içinde bir amaç olmayıp, bu stratejileri uygulayabilmek için gerekli meşru zemini sağlamaya yönelik bir araç olageldi. Fakat 2000’lerde ABD bölgeye yönelik politikasında iki önemli değişikliğe gitti. Bunlardan bir tanesi kendisine mesafeli duran, Baasçı nitelik taşıyan Arap milliyetçisi ve Rusya’ya yakın rejimlerin tasfiyesi; kendi müttefiklerinde ise demokratik reformlar yapılmasıydı. Bu iki önemli politika değişikliğinden yalnızca ilkinin başarılı olduğunu tespit etmek gerek.
BAASÇILIĞIN TASFİYESİ
2000’lerde Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği ve Baasçılığı üç ülke temsil ediyordu. Irak, Suriye ve Libya. Bu rejimler küreselleşmenin gerektirdiği her şeyin anti-tezi konumundaydılar. İçte milliyetçi, otoriter, sosyal devlet anlayışına dayalı ve en önemlisi kapitalizme kapalı alanlardı. Dışta ise Rusya’ya yakın duruyorlardı. Bu üçü ulusararası sistemde de bir tür kara delik olarak görülüyordu. Ayrıca, Saddam İsrail için kaygı yaratıyor, Libya teröre destek olmakla suçlanıyor, Suriye İran’la fazla yakın görülüyordu. Bu üç rejim de ABD’nin farklı isimler taşıyan politikaları sonucunda ya tasfiye edildiler ya da çatışma ve kaosa sürüklendiler. Irak işgal edildi, Libya “Koruma Sorumluluğu” adı altında bombalandı ve Suriye ise vekalet savaşıyla enkaza çevrildi. Saddam ve Kaddafi kendi halkları tarafından öldürüldüler. ABD, tarihsel olarak Ortadoğu’daki her krizde bölgeye askeri olarak daha çok yerleşme politikasını sürdürerek, Rusya müttefiki olan Irak, Suriye ve Libya’ya askeri olarak girme ve yerleşme imkanını elde etti. Irak’ta Barzani, Libya’da Hafter, Suriye’de PYD üzerinden askeri varlığını ve siyasal nüfuzunu kurabildi ki, 2000’lerin başında böyle bir senaryo hiçbir bölge analizcisi tarafından öngörülmemişti. Bu üç ülke ile aynı özellikleri göstermese de buna Afganistan da eklenebilir. Yemen ise zaten bir Şii-Sünni çatışma potansiyeli taşıyordu ve o da Suudilerle İran arasındaki vekalet savaşının alanı oldu.
ABD bu ülkelerin küresel sisteme entegre etmenin zor olduğunu görünce çatışma dinamiklerinin harekete geçmesine ya destek oldu ya da bunları önlemek için birşey yapmadı. Afganistan’da Taliban ve El Kaide, Irak ve Suriye’de IŞİD, Libya’da biri ABD’ye yakın Hafter diğeri Ulusal Geçiş Konseyi arasındaki çatışma, Yemen’de İran destekli Şii Husilere karşı Suudilerin desteklediği Sünni Hadi ve burada güçlü olan El Kaide’nin içinde yer aldığı bir iç savaş.
ABD VE BÖLGESEL MÜTTEFİKLERİ
ABD Arap milliyetçiliğinin temsilcilerine saldırırken ve tasfiye ederken, 2000’lerden itibaren kendisine yakın müttefiklerinde de demokratik reformlar için baskıda bulunmaya başladı. Cezayir’den Suudi Arabistan’a kadar bütün ülkelere bu konuda baskı ve telkinde bulunuldu. Hatta, 2000’lerde bu ülkelerde en çok tartışılan kavramlardan biri “ıslah” yani reform oldu. Ne var ki, çoğu Arap rejimi bu baskıyı göstermelik reformlarla geçiştirmeyi tercih ettiler. Mısır’da Müslüman Kardeşler üyeleri başka partilerin altında parlamentoya girdi, Mübarek’in karşısına bir aday çıktı, Kuveyt’te bir kadın bakan oldu, Suudi Arabistan’da belediye seçimleri yapıldı, Ürdün’de çok partili hayata geçildi, Sana’da insan haklarına dair bir bildiri yayımlandı. ABD bir yandan kapalı ve kendisine mesafeli rejimleri tasfiye etme politikası izlerken, öte yandan müttefikleriyle sürdürdüğü bağımlılık ilişkisine meşruiyet kazandırmaya çalışıyordu. Artık otoriter rejimler değil, seçilmiş iktidarlarla ilişki kuracak, böylece diktatörleri destekleyen ABD imajından kurtulmuş olacaktı. Ama bu politika başarısız oldu. ABD Mısır örneğinde olduğu gibi, Sisi darbesiyle tekrar eski modele dönmek zorunda kaldı. Özellikle Trump ile birlikte demokratikleşme baskısı tamamen kalktı. İronik bir sonuç ama kendisine uzak rejimleri ve ülkeleri yıkmak, kendi müttefiklerinde reform yaptırmaktan daha kolay oldu. Yıkmak inşa etmekten daha kolaydı ya da ABD’nin bu konudaki birikimi daha iyiydi.
YIKIM POLİTİKASININ BEDELİ
Sıkça söylendiği gibi bu politikanın kaybedeni hiçbir koşulda ABD değil. ABD başarılı olsa da olmasa da son aşamada kaybeden bölge halkları oldu. Reel siyaset açısından bakıldığında ise Ortadoğu’daki bütün çatışma dinamiği dikkat edilirse ABD müttefiklerinde değil, Rusya’ya yakın ve küresel sisteme eklemlenememiş ülkelerde yaşanıyor. Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Ürdün, Körfez ülkeleri Ortadoğu’daki bu kaostan etkilenmekle beraber yıkıma uğramadılar, istikrarsızlaşmadılar.
Ama bu politikanın ABD için belli kayıpları da oldu. Suriye ve Irak’ı yıkmanın bedeli İran ve Rusya’nın etkisinin artması oldu. Ama her politikanın bir bedeli olur ve ABD’nin bundan sonraki politikası bu kayıpları gidermeye yönelecek.