Erdoğan’ın BM Genel Kurul açılışına katılmak için gittiği New
York’ta Biden ile kısa da olsa bir görüşme yapamaması hayal
kırıklığı yarattı. Aslında bu koşullar altında Biden’ın Erdoğan ile
özellikle görüşmesini gerektiren bir durum yoktu. Çünkü sorun
Erdoğan’dan değil, Biden’dan kaynaklanıyor. Amerikan sistemi bir
süredir yeni bir Ortadoğu politikası oluşturmaya çalışıyor ve Biden
bunu devralarak ama kendi ideolojik çizgisinden öğeler ekleyerek
devam ettiriyor. Bu yeni siyasette Erdoğan yönetiminin yeri sağlam
değil. Bu yazıda, ABD’nin küresel siyasetin gelişimi doğrultusunda
henüz tam oturmayan ama giderek şekillenmeye başlayan Ortadoğu
politikasını ele alacağım ve Erdoğan yönetiminin bu politikaya
hangi iç ve dış koşullar nedeniyle uymadığını tartışacağım.
DÖNÜŞÜM SANCISI
ABD uzun bir süredir hem küresel stratejisinde hem de bunun
uzantısı olarak Ortadoğu politikasında değişikliğe gitmek istiyor.
Fakat gerek iç politikadaki gelişmeler (Trump parantezi) gerekse
küresel dönüşümü yönetebilme kapasitesinin aşınması yüzünden bu
türden bir dönüşümde zorlanıyor. Oysa, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında “Çevreleme politikasına” hızla geçebilmişti. Biden’ın
dış politika ve güvenlik ekibi çoğunlukla Obama döneminde görev
almış uzmanlardan oluşuyor. Dahası, yalnızca Demokratlar ve
Biden’ın dar ekibi değil, genel olarak Amerikan sisteminde
Ortadoğu’nun gereğinden fazla ABD’nin stratejik enerjisini
emdiğine, getirdiğinden çok götürdüğüne dair bir kanaat oluşmuş
durumda. Hatta, genelde söylenen Ortadoğu’nun Asya-Pasifik, Avrupa
ve Güney Amerika’dan sonra, ABD stratejik önceliğinde artık
dördüncü sıraya oturması gerektiği. Ne var ki, ABD’nin Ortadoğu
bölgesini stratejik önceliğinde geri sıraya çekmesinin ABD
açısından getireceği, Çin ve Rusya’nın etkisinin artması olasılığı
gibi birçok başka sorun ve maliyet var ve ABD bu açmazı tam olarak
çözebilmiş değil.
BIDEN YENİ DÜZEN KURABİLİR Mİ?
Biden ekibinin genelde, ABD’nin Ortadoğu angajmanını azaltması
gerektiğini savunanlardan oluştuğunu belirtmek gerek. Ulusal
Güvenlik Danışması Jake Sullivan 2018’de Foreign Affairs
dergisine yazdığı yazıda, ABD’nin bölgesel sorunları çözmeye
çalışmak yerine, bunların dünyayı etkilemesinin önüne geçmesi
gerektiğini savunuyordu. Dışişleri Bakanı Blinken ise artık
yerleşmeye başlayan "Ortadoğu için (gereğinden) fazla değil, daha
az (doing less)" yapma söylemini öne çıkarıyordu. Yalnızca Biden
çevresi ve Demokratlara yakın kuruluşlar değil, Cumhuriyetçi ve
muhafazakâr düşünce kuruluşları da ortak bir tema olarak, ABD’nin
nasıl Ortadoğu bağlantısını azaltabileceği üzerine kafa yoruyorlar.
Bunlardan örneğin; muhafazakâr RAND kuruluşu, ABD’nin Ortadoğu
politikasının Soğuk Savaş döneminin mantığına dayandığını, askeri
yardım, silah satışları ve İran tehdidi üzerine oturduğunu, askeri
araçlara fazlasıyla ağırlık verildiğini ve bunun değişmesi
gerektiğini savundu. Amerikan Hava Kuvvetlerine bağlı bir kuruluşun
askeri araçlar yerine ekonomik yatırım, diplomasi ve insan odaklı
bir alternatif önermesi oldukça ilginç. RAND tabii ki, ABD’nin
bölge angajmanının devamını savunuyor ama bunun daha az maliyetli
hale getirilmesinin yollarını arıyor. Demokratlara yakın Brookings
düşünce kuruluşu ise daha Eylül 2020’de yayınladığı
“Ortadoğu’ya Yeni-angajman” başlıklı bir raporda, ABD’nin
sadece askeri araçlara dayalı yürüttüğü bölge politikasının
eskidiğinden söz edip, bölge içi uyum ve insan hakları politikasına
geri dönüşü öneriyordu. Fakat rapor, bölgeden koşulları
oluşturmadan erken çekilmenin ABD için yaratabileceği sorunlara da
dikkat çekiyordu.
Trump döneminde izlenen İran’ın ambargo ve stratejik
ittifaklarla (ölü doğan Ortadoğu Stratejik İttifakı-MESA)
baskılanma çabasının etkili olmaması, Yemen iç savaşının bir sonuca
ulaşmaması, Suriye ve Libya’daki çatışma ve istikrarsızlıktan
Rusya’nın yararlanması, geçmişten farklı olarak Mısır, Suudi
Arabistan, BAE gibi baskıcı ve otoriter rejimlerin Rusya ve Çin’le
yakın ilişki kurması ve vekalet savaşlarına girmesi ABD’yi yeni bir
arayışa itti. Sonuçta ABD’nin dış (askeri) yardımının yüzde 80’i
İsrail, Mısır ve Ürdün’e gidiyordu. ABD bölgede hâlâ 46 bin
civarında asker bulunduruyor. Hatta, muhtemelen kendine güvenden
kaynaklanan bir şeffaflıkla, bazı raporlarda ABD uçak gemilerinin
hangi bölgede kaç gün görev yaptığı detayıyla veriliyor ve burada
Ortadoğu bölgesi, ABD’nin 10 yıldır ağırlığını vereceğini söylediği
Pasifik bölgesiyle aynı sürede yer kapladığı görülüyordu. Kısacası,
ABD sistemi bölgeye yönelik stratejik enerjisinin karşılığını
alamadığı sonucundan hareket ederek buradaki yükünü müttefiklerine
devretme politikasına yöneldi.
YENİ POLİTİKANIN İPUÇLARI
ABD’nin yeni politikasında birkaç temel ortak nokta öne çıkıyor.
Bunlar partiler üstü diyebileceğimiz unsurlar. En somut olanı ise
bölgede çatışmasızlık (de-escalation) ve Amerikan askeri
angajmanında geri çekilme. Biden yönetimi bu politikasını ilk
olarak Yemen iç savaşında uyguladı ve Suudi Arabistan ve BAE’yi
çatışmayı durdurmaya zorladı. ABD yönetimi bu tür savaşları artık
“stratejik kara delikler” olarak tanımlıyor ve sona ermesini
istiyor. Afganistan’dan sıkıntılı gerçekleşen çekilme ve Libya
konusunda da diplomasinin zorlanması bu çerçevede ele alınmalı. Bu
politikanın ikinci ayağı müttefikler arası bağların
güçlendirilmesi. Daha Biden göreve gelmeden dört bölge ülkesinin
İsrail’i tanımasıyla önemli bir aşama kaydedildiğini hatırlamak
gerek. Diğeri ise Körfez bölgesinde Katar ve BAE, Suudi geriliminin
aşılmasıydı ki, son görüntüler (üç liderin şortlu tatil fotoğrafı)
bu konuda varılan noktayı net bir şekilde gösteriyor. Suudi
Arabistan ve BAE’nin Doğu Akdeniz jeopolitiğine Yunanistan ve Güney
Kıbrıs üzerinden dahil olmaları, Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nun
oluşturulması yine bu sürecin parçaları olarak anlam kazanıyor.
Bunların yanında gözden kaçan bir gelişme, Irak, Mısır ve Ürdün’ün
bu yıl içinde ekonomik işbirliği temelli bir üçlü zirve sürecini
başlatması, 30 yıl sonra ilk kez bir Mısır liderinin bu ülkeye
gitmesiydi. Yine detay ama bu bütün içinde önem taşıyan bir olay,
Suudi Arabistan’ın Irak ile kara sınırını açması ve dahası Irak’ın
bölgede diplomatik açıdan daha aktif bir politikaya yönelmesi
oldu.
Bu yeni politikanın bir diğer ayağını ise ABD müttefiklerinin
daha çok hasım görülen ülkelerle ilişkilerini düzeltmeleri
oluşturuyor. Hatta bölge ülkeleri artık Suriye ile diplomatik
ilişki kurmaya başladılar. BAE daha 2018’de Şam elçiliğini açarken,
Ürdün Suriye ile başta ticari ilişkiler olmak üzere ilişkilerini
geliştirmek istediğini açıkladı, Suudiler ise üst düzey istihbarat
yetkilisini Şam’a göndererek zemin yoklamaya başladılar. ABD
şimdilik Suriye konusunda acele edilmesine taraftar olmasa da,
bölge ülkeleri kendi inisiyatifleriyle yumuşamaya gidecekler.
Bölge diplomatik trafiğinde en dikkat çekici gelişme ise
neredeyse artık bir kan davasına dönüşmüş olan Suudi-İran
geriliminin gevşemesi oldu. Geçtiğimiz ocak ayı içinde Irak’ın
arabuluculuğuyla, içinde ABD’nin yer almadığı bir görüşme süreci
başladı ve şimdiye kadar en az beş görüşme gerçekleşti. Bunlardan
bazılarına Mısır, BAE ve Ürdünlü yetkililer de katıldılar.
İSRAİL FAKTÖRÜ
ABD’nin Ortadoğu politikasının en önemli dayanaklarından biri
olarak İsrail’in güvenliği gösterilirdi ve bölge politikasını buna
göre şekillendirdiği kabul edilirdi. Artık değişen Ortadoğu
jeopolitiğinde bu unsurun anlam ve önemini yitirdiği görülüyor.
Öncelikle, İsrail’e tehdit oluşturacak bütün devlet ve aktörler ya
zayıfladı ve zayıflatıldı ya da istikrarsızlığa sürüklendi. Baasçı
ve Arap milliyetçisi rejimler tasfiye edildi, Filistin hareketi
bölündü ve zayıfladı, Rusya İsrail ile çok yakınlaştı. Suriye
enkaza dönüştü. İsrail hem göreli hem de mutlak anlamda güçlendi,
kendisine güveni arttı. Başkenti Kudüs’e taşıyan ve Golan
Tepelerinin ilhakını tanıyan ABD’nin İsrail’in güvenliği için
yapacağı daha fazla bir şey kalmadı. Sırada diğer bölge ülkelerinin
İsrail’i tanıma beklentisi var.
YENİ POLİTİKANIN AÇMAZLARI
Bu noktada en ciddi sorun ABD’nin bölgeye olan angajmanını
azaltırken bu boşluğun Çin ve Rusya tarafından doldurulması
olasılığı. Diğer bir deyişle, ABD Çin’i Pasifik’te çevrelemek
isterken, Çin’in arkadan dolanarak Ortadoğu’ya daha çok girmesi.
ABD stratejisi bölgedeki çatışmaların ve otoriter rejimlerin Rusya
ve Çin’i dışarıda tutmak yerine daha çok alan açtığı tespiti
üzerine kurulu. Bu yüzden Biden yönetimi, Trump’tan farklı olarak,
sivil toplum ve insan hakları gibi unsurlara vurgu yapmaya
çalışıyor ama Ortadoğu siyasetinde en sorunlu yaklaşımı
demokratikleşme talebinde bulunması. 80 yıldır baskıcı monarşilere
destek ve güvenlik sağlamış ABD’nin demokrasi söylemi bölgede
ciddiye alınmıyor. İkincisi, Sisi, Selman gibi otoriter rejimlerin
insan hakları baskısı karşısında Rusya ve Çin’e daha çok
yaklaşmaları da ihtimal dahilinde. İsrail’in güvende hissettikçe
(güvensiz hissettiğinde de) Filistinlilerin haklarını gasp eden
siyaseti bir diğer çelişkiyi oluşturuyor. Ayrıca, bölgede
müttefikler arası ve müttefikler-hasımlar arası uyumu sağlamaya
çalışırken Fas-Cezayir gerginliği ve Tunus’ta tek adam rejimine
gidiş gibi tersine gelişmeler de oluyor. ABD’nin bölge siyaseti,
Ortadoğu’nun her noktasında aynı sonucu vermiyor. ABD 2000’lerde
olduğu gibi henüz bölgeye dönük kapsamlı bir demokratik siyaset
girişimi başlatmadı. Çok daha çekingen, arada adını geçirdiği bir
zemin yoklama peşinde. Ama böyle bir politika uygulamaya geçerse,
bunu bu kez İslamcılar üzerinden değil, yükselmeye başlayan kentli
seküler kesimler üzerinden inşa etmek zorunda kalacak.
YENİ MÜTTEFİK TİPİ
ABD Ortadoğu politikasında çatışma dinamiğinin terkedildiği,
ABD’nin müttefiklerinin hem askeri, hem de diplomatik olarak kendi
ayakları üzerinde durmasını talep ettiği bir döneme geçiyoruz. ABD
bölgede çatışmanın olmadığı, Rusya ve Çin’in etkisinin sınırlı
kaldığı, müttefikleri arasındaki sorunların çözüldüğü ve
ilişkilerin geliştiği, otoriter rejimlerin gevşediği bir Ortadoğu
hayal ediyor. 1970’lerde “Çifte Sütun” denen İran ve Suudi
Arabistan’ın silahlandırılmasına dayalı bölgesel istikrar
modelinden farklı olarak burada belli müttefiklerine özel bir
misyon yüklenmiyor. Biraz da bölgede kendi işinizi kendiniz görün,
sorun çıkarmayın, Rusya ve Çin ile ilişkilerde mesafeli olun
tarzında yeni bir yaklaşım var. Bu yaklaşımın her boyutuyla
gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ortada. Ne dışarıdan zorlanan
demokratikleşme, ne de Rusya ve Çin’in bölgeye ilgisinin azalması
mümkün. Her iki bölge dışı güç, bölgedeki her gelişmeyi kendileri
için fırsata çevirmeyi öğrendiler. Çatışma olunca Rusya, ekonomik
gelişme olunca Çin devreye daha çok giriyor. ABD kendisi için en
ideal durumda Araplar, Türkiye, İran ve İsrail arasında
olabildiğince istikrarlı bir ilişkiler ağı kurup, buradaki gerilim
ve çatışmalarla uğraşmayacağı ama Rusya ve Çin’in de çok fazla
giremeyeceği bir düzen peşinde.
AKP’YE BU DÜZENDE YER VAR MI?
AKP yönetimi bu politika değişikliğinin farkında. Hatta elinden
geldiğince buna uyum sağlayacak adımlar atmaya çalışıyor. Doğu
Akdeniz’de, daha biz ne olduğunu anlayamadan Mavi Vatan’dan
vazgeçmek, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile diplomatik
temasları başlatmaya çalışmak bu siyasete adapte olma çabaları.
Amerikalı yetkililerin dile getirdikleri bölgesel çatışmalar,
vekalet savaşlarına duyulan isteksizlik ve otoriter rejimlere
koyulan mesafeden de AKP yönetimi kendisine pay çıkarıyor olmalı.
Son New York ziyaretinde Biden’in Erdoğan ile görüşmek istememesi
bu çerçeve içinde şaşırtıcı değil. Biden M. Bin Selman ile ve Sisi
ile de doğrudan görüşmüyor. Trump’ın aksine onları Beyaz Saray’a
davet etmiyor. Eğer acil bir durum olursa, bölge ülkelerinin ABD’ye
sunabileceği bir imkan varsa, bazen daha alt düzey seviyelerde
işler yürüyor. AKP yönetimi içte otoriter, dışta askerileşmiş,
Rusya’ya yanaşan, ABD müttefikleriyle sorunlu dış politikasıyla
Biden’da iyice şekillenmeye başlayan yeni Ortadoğu siyasetine her
açıdan aykırı duruyordu. Bunu düzeltmek için yeni pazarlıklar
yapmaya çalışıyor, içte Biden dahil herhangi bir Amerikan
yönetiminin en kolay vazgeçeceği, insan hakları ve demokratikleşme
konusunu pazarlık dışında tutarak, bölgesel politikalarda uyumlu
olduğunu kanıtlamak istiyordu. Afganistan havaalanı ısrarının da
arkasında ağırlıklı olarak bu işe yarar müttefik olduğunu gösterme
çabası vardı.
Erdoğan’ın temsil ettiği siyasal İslamcılık, bölgede bir ılımlı
İslamcı kuşağı yaratmaya dayalı 2000’lerin siyaseti. O da kendi
içinde birçok şekil değiştirdi. Erdoğan ilginç bir biçimde kendi
iktidarı sürecinde hem Bush ve Obama yönetimlerinin bir ara
desteklediği ılımlı İslamcılığa hem de Trump yönetiminin göz
yumduğu otoriterleşme dalgalarına tutunabildi. Şu an Ortadoğu
bölgesinde seçimle iktidarda kalan son İslamcı hükümet olarak
ideolojik açıdan, komşuları dahil çok sayıda ülkeyle sorun
yaşayarak da Türkiye’yi stratejik açıdan yalnızlığa itti. Şimdi
Biden’ın yeni siyasetine tutunarak ömrünü uzatmaya çalışıyor.