İbn-i Haldun, ‘geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer’ demişti. İkinci Abdülhamid’in kişiliği ve dönemi üzerine son günlerde alevlenen tartışma, bu sözün gerçekliğinin yaşadıkça daha anlaşılır olduğu ön kabulü üzerinden yürüyor. Erdoğanist kültürün bu mesele üzerine temel argümanı, Şükrü Altın adlı tarih öğretmeninin Hilal’in İki Muhafızı adlı popüler kitabından özetle şöyle aktarılabilir: Abdülhamid ve Erdoğan, yüz küsur yıllık arayla ‘Haçlı saldırılarına’ karşı mücadele eden ‘memleket sevdalısı ve İslam mücahidi, iki güçlü liderdir.’ Devrik tahtın dördüncü göbekten veliahdı Orhan Osmanoğlu da, Türkiye’nin bugün ‘tarihin tekrarına’ şahit olduğunu söylüyor: ‘Dış mihraklar, tıpkı zamanında Abdülhamid’e Kızıl Sultan dedikleri gibi bugün cumhurbaşkanımız için diktatör nitelemesinde bulunuyorlar.’
Karşı tarafta ise, Mahmut Şevket Paşa’nın 1909’da yakıştırdığı keskin sıfatların güncellik kazanarak giderek daha çok canlandığı görülüyor: ‘Kan emici, haris, baykuş, ecdadının namusunu lekeleyen insan kıyafetindeki canavar.’ Tarihçilerden siyasetçilere oradan okullara, kahvehanelere ve hane içi sohbetlere kadar toplumu ortadan ikiye bölen Abdülhamid ‘ulu hakan’ mı yoksa ‘kızıl sultan’ mı tartışması, aslında tarafların Erdoğan yönetimi hakkındaki fikirleri üzerinden yaşanmakta olan kutuplaşmanın ifadesi. Kutbun iki tarafının fikir birliği içinde oldukları tek husus, Erdoğan yönetimi altında Abdülhamid döneminin adeta tekerrür etmekte olduğunun ön kabulüdür.
Tarihin tekerrür ettiği tezini sorgulamak yerine bu ön kabul sonucu iktidar ve muhalefet cephelerinde oluşan zıt algıların niteliğini ve sınırlarını, iki otokratın benzerlikleri ve farklılıkları üzerinden sorgulamak, verimli sonuçlara yol açabilir.
İki dönemin (ve iki adamın) karşılaştırmasında, Erdoğan’ın cumhuriyet Abdülhamid’in ise Tanzimat parantezini kapatma azmiyle hareket ettiği saptaması önemli. Ardından, anayasal ve parlamenter sistemle olan sorunlu ilişkideki paralellik göze çarpacaktır. Abdülhamid de Erdoğan gibi bir demokratikleşme vaadiyle iktidara gelmiş ama iktidarının ilk yılı bitmeden meclisi kapatmıştı. Erdoğan’ın ise on yılı aşkın bir mücadele sonucu getirdiği başkanlık sistemi ile meclisi büyük ölçüde işlevsiz hale getirmeyi başardığı görülüyor.
Erdoğan’ın Akif’ten vulgarlaştırarak aktardığı ‘Batı’nın ahlaksızlığını değil ilmini alacaksın’ direktifinde ifade bulan Batı’yla ve genel olarak moderniteyle olan şizofrenik ilişki de benzerlik gösteriyor. Abdülhamid, ulemanın Tanzimat’a yönelik Batı taklitçiliği eleştirisine sadık kalmakla birlikte bilimsel ve teknolojik modernleşme yolunda önemli adımlar atmıştı. İletişim (telgraf şebekesi) ve ulaşım (demiryolları) alanında Batılı paydaşlarla birlikte yapılan yatırımların ve pozitif bilimlere dayalı okullaşma hamlesinin Osmanlı sisteminde ve toplumda köklü etkiler yaratarak gelecekteki ulus-devletin altyapısını hazırladığı gözlenebilir. Erdoğan dönemiyle örtüşen dijitalleşme devrimi yanında hayata geçirilen mega-projelerin de benzer biçimde teknolojik, sosyolojik ve ideolojik sonuçlarıyla geleceğin zeminini oluşturmakta oldukları gözden kaçmamalı.
Bu ortak modernleşme arzusuna, her iki durumda da gelenekçi, muhafazakâr ve İslamcı bir yönelimle ayar verildiği görülür. Abdülhamid için İslami kimlik, Tanzimat’ın eşit yurttaşlık anlayışıyla bozulan dengeleri yeniden kurarak Osmanlı’yı ihya etme sürecinin çimentosudur. İslamlaşma, Osmanlı tebaasına bir ideolojik yenilenme çekirdeği sunarken özellikle Asya coğrafyasında Batılı büyük güçlerle mücadelenin de aracı olacaktır. Erdoğan’ın İslamcılığının da içe ve dışa bakan yönleri olduğu görülüyor. Kamusal düzeyden aşağıya doğru toplumun bütününe dayatılan de-sekülarizasyon ya da yeniden İslamlaşma sürecini, yüz küsur yıl kesintiye uğramış Hamidist projenin kaldığı yerden devamı olarak nitelemek mümkün. Erdoğan iktidarının Asya ve Afrika’nın Müslüman halklarını himaye vaadi, insani yardım ve sosyal dayanışma ağları üzerinden biriktirmekte olduğu yumuşak güç, Abdülhamid döneminde Osmanlı coğrafyasının ötesinde de yankı bulan halifelik vurgusunun güncellenmiş halidir. Diyanet ve vakıflar üzerinden Avrupa ve ABD’de sayısı milyonlarla ifade edilen Müslüman nüfusla kurulan ilişkiler ise, büyük güçlerle mücadele sathının artık Batılı toplumların kendi içleri olduğunun göstergesi.
Hamidizm gibi Erdoğanizm için de Batılılaşma ve modernleşme, bir entegrasyon, ‘medenileşme’ ya da benimseme projesi değil, Batı ile boy ölçüşme kudretini yeniden kazanmanın koşulu anlamında bir mecburiyet olarak belirir. İçerdiği riskler arasında, Erdoğan’ın ‘gençliğe hitabe’sinde sözünü ettiği ‘Batı ahlaksızlığının’ bulaşmasından da vahim olarak ‘dış güçler’in topluma ve devlete sızma tehlikesi mevcuttur. Dönemlerinin dünya siyasetini okumaları oldukça benzeşir. Osmanlı’nın da Türkiye’nin de dış siyasetinin ekseni bir ‘beka’ mücadelesi olarak çizilir. Büyük güçler arasında sürekli bir çatışma hali söz konusudur ve uluslararası istikrarsızlık koşulları, ülkeyi sürekli bir varoluş tehdidi altında tutmaktadır. Bu şizoid atmosfer içinde yaşanan her türlü vaka, son kertede bizzat şahıslarını hedef alan komplo teorileriyle bezeli bir jeopolitik tehdit olarak algılanacaktır.
TRT’de uzun süre yayınlanan Payitaht Abdülhamid dizisine hâkim olan ruh hali böyledir: ‘Oradaki dönen o dolaplar … Şu anda da bakıyoruz dünyada aynı oyunlar oynanıyor, Batı’nın şu anda bize yaptıkları aynı oyunlar. Zaman değişmiş olabilir bir de aktörler değişiyor; olay bu.’ Erdoğan’ın söz ettiği ‘dolaplar’, yalnızca dış güçlerin askeri, iktisadi ve siyasi taarruzunu içermiyor. ‘İç güçler’ de, yani geçmişte meşrutiyetin yeniden ilanı talebi, günümüzde ise parlamenter sisteme dönüş talebi başta olmak üzere her türlü muhalif hareket, esas olarak ipleri o dış güçlerin elinde, ülke dışından yönetilen ‘oyunlar’ olarak algılanıyor.
Oysa aynı ‘dış güçler’ tarafından uzun süre desteklenen AKP hareketi, kendini esas olarak ‘oligarşik cumhuriyet’ parantezinin nihai kapatılış anlatısı içinde kurtarıcı özne konumuyla tanımlamıştı. Erdoğan kültü, Menderes ve Özal’ın temsil ettiği muhafazakâr/liberal çizginin kesintiye uğramış misyonunu tamamlayacak ‘son peygamber’ olarak kurgulanmıştı. Avrupa Birliği’yle entegrasyon, ‘vesayet rejiminin’ tasfiyesi, barış süreci gibi hamleler bu anlatıyla örtüşüyordu. Ama aynı söylemin muhafazakâr bileşeni, görünürdeki ılımlı İslamcılık ötesinde daha derin tarihsel referanslarla donanmış bir ‘restorasyon’ projesini kaçınılmaz olarak ima ediyordu. Cumhuriyet parantezi kaldırıldığında katastrofik çöküş ya da ‘beka’ paranoyasıyla birlikte ‘son kudretli hünkârın’ imparatorluğu yeniden ihya arzusuna dönülmesi kaçınılmazdı. Abdülhamid’e son yıllarda artan hayranlık ve olumlu referansların yarattığı çağrışım; ne cumhuriyet tarihinin muhafazakâr/liberal misyonunu sürdürme ne de Osmanlı’nın altın çağına dönüş vaadi içermektedir. Bir üçüncü yol olarak çökerttiği cumhuriyetin kalıntıları üzerinde neo-Osmanlıcı ve pan-İslamist ideolojiyle donanmış bir otoriter devlet kurmanın tarihsel bir zorunluluk olarak kendini yeniden dayattığı iddiası öne çıkar. 1880’li yılların Alman büyükelçisi Marschall von Biberstein’ın deyişiyle: ‘İmparatorluk ancak demir bir el tarafından bir arada tutulabilir … Bu ülkeyi yönetmek ancak otokratik bir rejimle mümkündür’.
İçinde yaşamakta olduğumuz polis devleti, her türlü muhalif tavrı dış kaynaklı bir komplo ve devlet düşmanlığı olarak damgalama eğilimi, bu yargının güncel geçerliliğine olan inancın tabii sonucu olmalı. Muhaliflerin hapsedilmesi, basın ve yayın üzerinde her geçen gün artan sansür ve kısıtlamalar, yargının tepeden manipülasyonu, saraya bağlı bir hafiye şebekesinin (ya da Cimer’in) devlet işlerindeki ağırlığı gibi olgular, bu tekerrür mülahazası içinde meşru zemin buluyor. Günümüzde açılan yüzlerce ‘cumhurbaşkanına hakaret’ davası da adeta Abdülhamid’in ‘burun’ kelimesi üzerine koyduğu yasağın tezahürü.
Muhalefetin yaşanan süreci ‘istibdat’ olarak nitelemesi, bu otokratik gidişata direnme çağrısı içeriyor. Meral Akşener’in söylemi, aynı alegorik algı içinde karşı cepheden kuruluyor: ‘1908’de istibdada karşı koyan ruh neyse Gezi de odur. Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet!’ Bu yorumu neyse ki ‘cumhurbaşkanına hakaret’ değil de Abdülhamid’e dil uzatmak olarak eleştiren Erdoğan, söz konusu sultanın bir karış toprak kaybetmediği iddiasında bulununca bu kez muhalif yorumcuların eleştiri oklarının hedefi oldu. ‘93 Rus Harbi toprak kayıpları, Kıbrıs’ın İngilizlere kiralanması, Filistin ve civarında Siyonistlere toprak satışı gibi olgular bu iddiayı çürütmek üzere belgelenmeye başladı. Tartışma sürüyor, sürecek.