İbn-i Haldun’a ait siyasal tarihin yaklaşık 120 yıllık döngüler halinde kendini tekrarladığı tezi temelinde, Abdülhamid çağının bir benzeri içinde yaşamakta olduğumuz rahatlıkla iddia edilebilir. Mukaddime’deki bir başka iddia da bu makro zaman diliminin 20 ila 25 yılda bir tekrarlanan iç döngülere bölündüğüdür ki buradan da AKP devrinin nihayetine erdiği sonucu çıkacaktır. Oldukça kıt entelektüel referans yordamıyla iş görmekte olan Erdoğanist kültürün bu sonuncu önermeye itiraz yolu tıkalı görünüyor. Abdülhamid’in ‘iyi zamanının’ tekerrürü kabullenildiğinde düşüş zamanı için diyecek bir şey kalmamış olmalı.
Erdoğan bu kaderci tarih yorumuna itiraz etmek yerine, örneğin Gezi protestolarını bir nevi İttihatçı darbe, şahsını devirme girişimi olarak algılayarak tüm gücüyle alınyazısına direnme yoluna gitti. Düşüş sathı mahalline girdiğini fark ettiği anda Gezi davasına yüklenerek absürt hapis cezaları üzerine hakaretler de yağdırma hırçınlığı, aynı direncin tezahürü. Dahası, Gezi Parkı’na inşa etmek istediği topçu kışlasının Abdülhamid’in düşüşüyle yakın ilgisi, adeta tarihsel döngüyü tersine çevirerek ‘ulu hakan’ın makus talihini yenme ümidinin göstergesi olarak okunmalıdır. Erdoğan’la Abdülhamid’in en önemli benzerliklerinden biri, tarihsel sembollere yönelik tutkudur.
Erdoğanist kültür mensuplarının ise aynı kaderden kaçış yolu olarak başka bir reenkarnasyon iddiasına başvurdukları görülüyor. Özetle, 15 Temmuz darbe girişimi, 31 Mart 1909 vakasının başarısız bir tekrarıdır; o halde tarihin bu veçhesinin tekerrürü engellenmiştir. Dönemin meclis başkanı İsmail Kahraman’ın 15 Temmuz beyanı şöyle: ‘Abdülhamid’e yaptıklarının aynısını yapmak istediler; ama bu sefer muvaffak olamadılar’. Benzer bir bakışla Binali Yıldırım, Erdoğan’ı ‘Abdülhamid’in torunu’, 15 Temmuz darbecilerini ise İttihatçıların ikinci tezahürü ilan etmişti (ama 15 Temmuz senaryosu içinde kendisine de suikast planlanmış olduğu Ahmet Şık tarafından ifşa edildiğinden beri bu konuda konuştuğu duyulmadı). Taha Ün’ün 15 Temmuz ertesinde alelacele piyasaya çıkardığı Yüz Yıllık Terane kitabında da bu tema işlenir (Ün, daha sonra Gelecek Partisi yöneticisi olacak ve kitabını yine apar topar piyasadan toplatacaktır).
Bu cılız itiraz girişimlerine paye vermek yerine zamanın ruhunu Nahid Sırrı Örik’in ünlü romanı ve Ziya Öztan’ın sinema uyarlaması ile belleklerimizde yer etmiş Abdülhamid Düşerken anlatısı içinden okumak daha doğru olabilir. Her şey bir yana, Nimet ile Şefik’in aşk hikayesidir. Ama ne İttihatçı binbaşı Şefik, Nimet’in yalnızca ‘uzun boyu, deniz yeşili gözleri, güzel yüzü ve tatlı sesi’ne vurulmuş; ne de Şehabettin Paşa’nın kızı Nimet, binbaşı Şefik’e ‘geniş omuzları, sarı saçları ve mavi gözleri’ nedeniyle aşık olmuştur. Döneme hâkim çürüme ve çöküşün aşklara da sirayet ederek kirletmesi kaçınılmazdır. Şehabettin Paşa, Abdülhamid devri boyunca rüşvet ve yolsuzluklarla biriktirdiği bir servetin, damat Şefik ise yeni iktidarın omurgasını oluşturan İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yüksek bir mevkinin sahibidir. Aşk, ihtiras ve iktidar batağında adım adım çürüyüşüne tanık olduğumuz devrimci binbaşı Şefik, Nimet’in telkinleriyle yoldaşlarına ihanet ederek eski düzenin saflarına geçecek ve 31 Mart vakası sonucu Abdülhamid’le birlikte o da düşecektir.
Romanı okur ya da filmi izlerken Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan ailesinin ülke dışına servet aktararak kaçış hazırlığı içinde olduğu iddiası akla gelecektir. CHP lideri, vakti zamanında Taksim topçu kışlasından çıkarak İstanbul sokaklarını terörize eden şeriatçı avcı taburlarının muadili SADAT ve benzeri paramiliter oluşumların seçim sürecini baltalama hazırlığı içinde olduklarını da teşhir ediyor. Ama Erdoğan yandaşlarının vurguladığı üzere Abdülhamid düşse bile kaçmıyor. Hikâyenin sonunda kaçan Nimet olacaktır. Fransız sefareti ya da Ekrem İmamoğlu’nun otobüsü: Aklı olana bir kaçış yolu her zaman bulunur. Şefik’in hikayesi ise darağacında bitmeye mahkumdur. Romanın adının içeriğini ezdiği iddia edilebilir ama Erdoğan taraftarlarınca bu zamanda satır satır okunarak ders çıkarılası bir anlatıdır.
Erdoğan’ın Abdülhamid’in iyi ya da kötü anlamda reenkarnasyonu olduğu ön kabulü iktidar ve muhalefet arasındaki tartışmanın zeminini oluştursa da İbn-i Haldun’un tarih ümranı çoktan aşılmış bulunuyor. Buna rağmen tarih bilgisi ve bilincinin yaşanılan zamanı anlamak ve yorumlamak açısından önemini hiç yitirmediğini not etmek gerekli. Yoksa tarihi bilmenin gereği ortadan kalkardı. Kojin Karatani Tarih ve Tekerrür kitabında, toplumların kolektif geçmişinde ortaya çıkmış ama çözülmemiş temel sorunların tekrar ve tekrar hem de her seferinde daha şiddetli tezahür ettiğini savunuyor. Abdülhamid tartışmasının biçim ve içeriği, bu tez ışığında daha anlaşılır hale gelebilir.
Öncelikle, ‘istibdat/hürriyet’ ekseninde ortaya çıkan tartışmanın, Erdoğan’ın müdahalesi sonucu toprak kaybı olup olmadığı zeminine çekilerek oradan sürdürüldüğü görülecektir. Bu eksen kaymasına muhalif kanadın kolayca sürüklenmesinin ardında hürriyet vaadinin dozu konusundaki tereddüt okunabilir. Akşener ve partisi son tahlilde anayasal hak ve özgürlüklerin topluma bol geldiği argümanına gönülden bağlı Türk sağının temsilcisidir ve iktidarla demokrasi rekabeti yerine bir millilik yarışına girmeyi tercih edecektir. Bu çerçevede tartışmaktan kaçınılan temel sorun, istibdadın karşıtı olarak talep edilen hak ve özgürlüklerin devlet ve sermaye tarafından yüz küsur yıldır toplumdan esirgendiği gerçeğinde bulunacaktır. Abdülhamid kadar onu deviren İttihatçıların da onları takip eden cumhuriyet dönemi siyasal hareketlerinin de karnelerinde istibdat/hürriyet ikilemi dersinden ‘zayıf’ not yazmaktadır. Muhalefetin herhangi bir bileşeninin müstebit yönünü vurguladıkları Hamidist gelenek karşısında kendini içinde tanımlayabileceği bir özgürlükçü gelenek bulması imkânsızdır. Ne de ceberut devlet ve siyaset geleneğinin toplu eleştirisi üzerinden demokratik bir tahayyül oluşturma iradesi mevcuttur. Sonuçta Abdülhamid tartışması, aynı Devlet-i Âli’ye hizmet/ihanet karşıtlığı temelinde ulemayı rüsumun iki kanadı arasında bir iç tartışmaya dönüşmüş bulunuyor.
Karatani’nin yolunda devam ettikçe, böyle bir tartışmanın göbeğinde olması gerekirken dışlanan, hiç bahsi geçmeyen, veri olarak göz önünde olmasına rağmen suskunlukla geçiştirilen temel bir sorun görünür hale geliyor. İktidar ve muhalefeti ile milli kimliğin yüz çevirdiği önemli bir benzeşme, Abdülhamid’in Ermeni talepleri Erdoğan’ın ise Kürt talepleri karşısındaki tavırlarıdır. 1878 Berlin Antlaşması’nın Ermeni vilayetlerinde özerklik hükümleri de Dolmabahçe Mutabakatı dahil olmak üzere 2012-2015 Kürt açılımı vaatleri de uygulanmamıştır. 1894’te Sason yöresinde özerklik talebi ile başlayarak Orta Anadolu ve Karadeniz’e kadar yayılan ve İstanbul’da Osmanlı Bankası baskını ile süren Ermeni başkaldırısı sırasında 80 ila 200 bin Ermeni katledilmiş, ‘Kızıl Sultan’ unvanı da bu katliamlardan kaynaklanmıştı. 2015 yaz aylarından bu yana yürürlükte olan ‘Kürtleri çöktürme planı’ çerçevesinde Diyarbakır’ın Sur semti, Cizre, Şırnak gibi haritadan kazınan Kürt yerleşimleri, sivil ölümler, HDP’li vekillerin hapsedilmesi, belediyelere kayyum atanması ve HDP’yi kapatma davası gibi pratikler, Abdülhamid’in de onun muhalifi Talat’ın da ruhlarını Erdoğan’ın cisminde birleştirerek adeta hortlatmaktadır. ‘Devletin bekası’ saplantısı çerçevesinde hareket etmekte olan milli muhalefetin de birincisini defetme gayretiyle çırpınırken ikinci hayaletin pençesinden hiç de azade sayılamayacağı anlaşılıyor.
Bir otokrat düşerken neler hisseder? Bu sorunun en yetkin yanıtı, bir başka dönem romanı olan Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’unda ana karakter Adnan tarafından II. Abdülhamid’le ilgili yazılan şu cümlelerde bulunacaktır: ‘Sahilden korkuyor, kalem sesinden ayak sesine kadar her gürültüden korkuyor; gazeteden, reçeteden korkuyor; kendi karyolasından korkuyor; kendi hafiyesinden korkuyor; öperken çocuğundan, çocuk yaparken karısından korkuyor… Korkacak kimse bulamazsa aynada kendisinden korkuyor.’
Muktedir ya da muhalif olsun milli öznenin kendi millileşme sorunuyla yüzleşme riski karşısında sergilediği kolektif korkuyla birey-öznenin travma karşısında başvurduğu psişik savunma arasındaki benzeşme Abdülhamid/Erdoğan benzeşiminden daha gerçek görünüyor.