Kim bilir kaç Abdülkerim yaşıyordu İstanbul’da? Ama bu işte bana çarpmıştı. Artık beraber hikayemiz vardı... Müthiş bir adamdı Abdülkerim. Müthiş mütevazıydı, başıma dert açmamak için yırtınırdı. Hep ama hep çok mahcuptu. Bir türlü Türkçe öğrenememişti. Oğlum İlyas'ı bir kere görmüştü, çok sevmişti, hep sorardı. Gözlerinin içi gülerdi.
Bu yazı her zamankinden daha kişisel olacak, baştan uyarayım. Pandemiden beri ilk kere tatil yapmaya çalışıyorken mülteciler ve fondaş medya meseleleri karnıma ağrılar soktu.
İlk evvela adımı “fon alanlar” listelerinde gördüm, önemsemedim. Bir kere nefis gazetecilerle listelenmişti adım. Bir sakıncası yok. İkincisi hayatımda (şirketim dahil) bırakın tek kuruş fonlanmayı, kredi bile çekmedim. Üçüncüsü “fondaş” diye listelenen yayınların ne güçlükle çıktığını biliyorum. Çevrelerine verdikleri rahatsızlığı da.
Bu arada hakikaten zor koşullarda çıkıyorlar. Öyle ki, bir noktada ben gazetem Duvar’dan tıkır tıkır yatırdıkları mütevazı telifimi almayı bıraktım. Çorbada tuzum olsun diye. Bu anlamda -hakikaten taneyle tuz miktarında da olsa- Duvar’ı gururla fonlayanlardan birisiyim. Elimden gelse de daha çok fonlasam. Rock dinliyorum. Bu bakımdan dış mihrak da sayılabilirim. (Yıllarca aynı mekâna takılıp bir kadeh tokuşturamadığım Ali Duran Topuz beni en son çayla fonlamıştı. Ben de onu tez zamanda bir rakı sofrasında fonlamayı umuyorum zaten.)
Keza bütün “fondaş” Duvar ekibinden çok şey öğrendim. Çok iyilik gördüm. Fedakarlar ve gazeteciler. Onlara saldıranlar gibi, gazeteciliği çemkirmek zannetmiyorlar. İşlerini yapıyorlar. Bu yüzden de rahatsızlık veriyorlar. Şunu da hatırlatayım. Saldıranların tanımladığı gibi “muhalif gazeteci” diye bir şey olmaz. Gazeteci, gazetecilik yapar. Bu kendiliğinden muhalefet yapmak anlamına gelebilir. Çünkü iktidarların kısa yolları, totaliter tercihleri vardır. Gazeteci bunları bulur çıkarır. Bu da iyi gazeteciyi bizatihi (kendiliğinden) muhalif yapar. Gerisi tezahürat neşriyatı…
Velhasıl ikinci (ve aslında paralel) mesele de mülteciler meselesi. Memlekette bir mülteci sorunu olduğu kesin. Fakat bu sorunu o savaştan kaçan insanlar mı yaptı? Neler neler deniyor, yapılıyor mültecilere öyle? Bu kadar canla başla, bu kadar irrasyonel biçimde hakaret edilen bir insan grubu görmedim ben.
Argümanlar o kadar çocukça ki, çocuklara bile çocukça gelir. Bin tane Suriyeli bayramlaşmaya gidiyor diye bunlar 4 milyon mülteciye bıkmadan usanmadan laf ediyor. Üstelik herhangi birisi mülteci olsa sanki bayramlaşmaya gitmeyecek gibi.
Sürekli küfür ettikleri AB yahut ABD kapılarını 15 dakikalığına açsa kaç tanesi sığar oradan acaba? Yahut nefret suçları fonlansa kaç tanesi başvurur acaba?
Almanya’daki mülteci sorununun sebebi oraya giden Türkler mi? Oradaki Türklerin evini yakan, onları aşağılayan, hor gören, hakaret ve tehdit eden faşistlerden bir farkları olsun istemiyor mu bu insanlar hakikaten?
Neyse. Bir müddet darlandıktan sonra nerede yaşadığımı hatırladım. Hakaret edenlerin profiline baktım, zaten vakitlerini buna vakfetmişler. Hakaret etmeye. Tıpkı aşı karşıtları gibi. Beş tanesinin beşyüz tane gibi sesi çıkıyor. Kalanlar da tedirginlikle araya kaynıyor.
Şunu demek istiyorum. Bir aşırı sağcılar var, sesi çok çıkan. Bir de onlara göre hiza almaya çalışan, onların peşinden sürüklenip giden tedirginler, sıradan sağcılar. Ellerinde fatura birine yazmak istiyorlar onu. Sıradan sağcılardan tanıdıklarımı, akrabalarımın iyi biliyorum. Kapılarını bir Abdülkerim çalsa hemen açarlar.
Abdülkerim’i anlatayım şimdi. Bu kişisel ve vaktinde sosyal medyadan paylaştığım hikâyeyi yazıya dökmek bir miktar şımarıklık. Ama yapacağım o şımarıklığı. Her zaman tek insanın hikayesi daha çarpıcı oluyor. Ve sıradan sağcıların dahil olmak üzere herkesin nefret suçu içermeyen, vicdanlı hikayelere ihtiyacı var. Bu memleketin üzerine atılmış bir battaniye gibi duran o nefret o kadar yoğun ki, kurulacak her cümlenin kıymeti var.
Sıradan sağcılardan vazgeçmesek iyi olur.
...
İstanbul’da Gümüşsuyu’dan Setüstü’ye iniyordum. Sene 2010 filan. Güler yüzlü, çekik gözlü, belli yabancı birisi geldi yanıma. Bir şeyler söyledi. Anlamadım, yaklaştım. Bir iki kere tekrar ettirdim. “Burası neresi?” diyordu.
O kadar zor bir soruydu ki bu. Taksim, Kabataş, Beyoğlu, Gümüşsuyu, Setüstü hiçbiri, hepsi. Soruyla cevap verdim: “Bir yere mi gitmek istiyorsun?”
Tekrar soruyla mukabele etti: “İminönü mü burası?”. “Hayır, gel az daha yürü bak benimle” deyip Setüstü’ye çıkardım. Ve tafsilatlı bir bilgi verdim. Sağ taraf önce Tophane, sonra Karaköy, Karaköy’ün Haliç’ten karşısı Eminönü, solda Beşiktaş, Beşiktaş’ın karşısı Üsküdar. Buranın karşısı Doğancılar. Burası Taksim’in altı, Setüstü. Önümüz Kabataş.
Kafası karışmıştı. Bir türlü odaklayamıyordu yerini kafasında. Saydıklarımın arasından Üsküdar’ı ayıklamıştı. Onu sevinç içinde tekrarladı: Üsküdar, Üsküdar. Taktım peşime.
Aşağıya inince anladı yerini. Beşiktaaaaş dedi Beşiktaş yönünü göstererek. İminönüüü dedi öbür tarafı göstererek. Aferiiim dedim ben de gülmemeye çalışarak.
Kabataş Motor İskelesi’nden Üsküdar motoruna bindik. Akbilini ben bastım. Utanarak engel olmaya çalıştı, misafir misafir deyip sırtına vurdum, gülümsedi. Çok güzel gülümsüyordu. Huzur vardı adamın yüzünde. Oturduk. Anlat bakalım dedim.
Sanki bu sözü bekliyormuş gibi berbat bir Türkçeyle ameliyat olması gerektiğini anlattı. Karakola gitsem yardım ederler mi dedi. “Hem göçmen, muhtemelen kaçak, hem de karakoldan medet umuyor, deli galiba” diye de düşündüm.
Adam aynı anda müthiş saftrik, çaresiz ve huzurluydu.
Birkaç kere ameliyatın içeriğini öğrenmeye çalıştım. Nerenden dedikçe belini gösterdi. Kanser dedi. Belinden mi? Barsak mı? Mide mi? Israrla sorunca cebini karıştırmaya başladı. Saçma sapan ambalajlar, Arap alfabesiyle notlar, eskimiş naylona sarılı bir şeylerin arasından buruşmuş bir küçük kâğıt buldu. Üzerinde büyük harflerle REKTUM yazıyordu.
“Ee, peki ne olacak?” dedim, “Öleceğim herhalde” dedi. Bunu öyle sıradan bir sesle söyledi ki, sanki ateş istemiştim de çakmak bulamamıştı.
50 yaşlarında mahçup bir Afgan'dı. Adı Abdülkerim. Yarım yamalak Türkçesiyle 6 çocuğunu Afganistan’da bırakıp 3 yıl önce buraya inşaatlarda çalışmak için geldiğini anlattı. Bir yıldır da kanserle boğuşuyormuş. Anladığım pek boğuşmuyordu da.
Nasıl geçiniyorsun dedim, arkadaşlar bakıyorlar dedi.
Üsküdar’da “bir telefon numaranı ver hele bana” dedim. Ve umutlanmasın diye ekledim: “Söz vermiyorum. Ama düşüneceğim. Aklıma bir şey gelirse sana ulaşırım. Muhtemelen hiç aramam.”
“Ben numara bilmiyorum” dedi. Cebinden eski püskü bir Nokia çıkarıp “sen numaranı buraya yaz, kendini ara” dedi. Ben Abdülkerim’i kaydettikten sonra da bana askıntı olmayacağını belli etmek için numaramı göstere göstere sildi.
Gün boyunca Abdülkerim’den başka bir şey düşünemedim. Gece de rüyamda görünce ertesi gün bildiğim bütün Müslüman vakıfları gazeteciyim diyerek aradım. En büyük olanlarından birisiyle irtibatlarım ve belki bir faydam olur dedim.
Kim bilir kaç Abdülkerim yaşıyordu İstanbul’da? Ama bu işte bana çarpmıştı. Artık beraber hikayemiz vardı. Nitekim en büyüklerinden birisini buldum. Aslında pek umurlarında değildi. Ama telefonda bu konuyu çok önemsediğimi “uzun uzun yazmak istediğimi” (çirkefliğimi) belli etmiştim insafa gelsinler diye.
Derken Abdülkerim'i bir şekilde ameliyat ettirdik. Fakat yanında kim kalacak refakatçi? Evde küçük çocuklarım, işim başımdan aşkın, tam zamanlı kalamam, mümkün değil. Ben tam birilerini ayarlamıştım ki, oğlu çıkageldi. Meğer babasının ameliyatını duymuş, Afganistan'dan çıkmış, tek başına dağları aşarak, neredeyse yürüyerek kaçak gelmiş o oğlan o zaman 16 yaşındaydı: Yavuz.
Yavuz'la tanıştığımızda çok uykusuzdu. Perişandı. Ve doktorlar çocukcağız gelir gelmez "Baban çok yaşamaz" demişlerdi. Şaşkındı. Bana sarılıp ağladı. Yüzünü kaldıramıyordu ama. Utanıyordu. Çok utanıyordu. Rahatlatmaya çalıştım, ne mümkün. Hıçkırıklarını yuta yuta ağladı. Uzun bir süre kafasını kaldıramadı.
Derken Abdülkerim bir miktar iyileşti. Memleketine gitmesini önerdik. Gitti. Zaten üç kuruş kalmış parasını oradaki tıp mafyasına kaptırdı. Bir şekil çıktı geldi. Bu sefer bizim yardımımız olmadan tekrar ameliyat oldu. Hatta oturma izni aldı. Sesi çok iyi geliyordu. Türkçesi o kadar kötüydü ki bunları nasıl yapabildi hiçbir zaman anlamadım. Muhtemelen yardım eden birisi daha vardı.
Ve 2015’te tekrar kötüleşti. Bu sefer doktorlar daha huzurlu ölsün diye Afganistan'a yolladılar.
Yavuz hâlâ İstanbul’daydı, kimsenin yapmak istemediği işlerde çalışıyordu. Kimsenin yatmak istemeyeceği hanlarda yatıyordu. Yavuz aradı, söyledi. Abdülkerim ölmüş. Yavuz da geçen zamanda mükemmel Türkçe öğrenmiş. Yavuz dedi ki "Abi gurbette daha da fena oluyormuş insan. Çok üzüldüm babama. Gidemedim yanına."
“En zor günlerinde yanındaydın. Bir çocuğun bakamayacağı kadar baktın sen babana” demeye çalıştım. Yine hıçkırıklarını yuttu Yavuz. Yavuz hâlâ arar beni bayramlarda seyranlarda.
Müthiş bir adamdı Abdülkerim. Müthiş mütevazıydı, başıma dert açmamak için yırtınırdı. Hep ama hep çok mahçuptu. Bir türlü Türkçe öğrenememişti. Oğlum İlyas'ı bir kere görmüştü, çok sevmişti, hep sorardı. Gözlerinin içi gülerdi.
En çok abdest alamıyorum diye dertlenirdi. Ya namaz kılamaz hale gelirsem, diye korkardı. Hakikaten korkardı.
Şu faslı da eklemeliyim: Bu süreçte en fazla Mehmet Said Aydın ve Işık Abla, Işık Gençer ve eşim Gökçe yanımızda oldu. Mustafa Akgoc'ün "anında linguistik, bürokratik, enformatik yardım" servisi hep devredeydi. Ve Ercan Kesal tabii. Ercan abi hastanesini açtı, elinden geleni yaptı. Tarık Tufan da çok yardımcı oldu, varolsun. Vakıf Gureba Hastanesi ve İHH'ya da teşekkür etmeli. Biraz kıvrandırdılar ama ameliyat masraflarını büyük oranda onlar üstlendi.
Birleşmiş Milletler’de çalışan Mustafa, ben az üzüleyim diye her seferinde "Metin, Abdülkerim'den bin beter kimler yaşıyor göçmenler arasında bir görsen. Abdülkerim’in durumu pek çoklarına göre çok iyi" derdi. Ama işte herkes kendi hikayesiyle var. Bizi de en çok Abdülkerim acıttı.
Ve bugün o günden çok daha büyük bir göçmen nefreti var. Abdülkerim’lerin hali daha da harap.
Şu son büyük nefret ve linç faaliyetleri sırasında sokaklarda yürürken aynen Murat Sevinç’in şu yazısında yaptığını yaptım. Çevremdeki insanları bana ahlaksızca hakaret eden tehdit edenlerin yerine koymaya çalıştım. Büyük oranda beceremedim. Yakıştıramadım.
Mülteci sorunu çok büyük sorun. Peki neden bu sorunu yaratanlara değil de yaşayanlara yükleniyorlar? Neden onları savunanlara bu kadar hakaret/tehdit ediyorlar? Neden böyle yapıyorlar? Ruşen Çakır’ın şu videoda söylediği gibi düşünüyorum. Devletten korkuyorlar. Asıl sorumlulara bir şey diyemiyorlar. Ama bir şey demek istiyorlar. Çünkü öfkeliler. Kalanları da kolay lokma görüyorlar. Bu kadar basit.
Yoksa zaten zulüm içinde yaşayan insanların su (Su yahu. Su.) paralarını 10 kat arttırmak gibi anayasaya, bilumum haklara, vicdana aykırı bir talep bu kadar tezahürat görür müydü? Bu kadarı mümkün mü?
Yazımı Ohannes Kılıçdağı’nın Twitter’da sorduğu bir soruyla bitirmek istiyorum:
Birçokları için mülteci/sığınmacıları geri göndermenin yolu onlar için Türkiye'deki hayatı zorlaştırmak. Peki, eziyet kapasiteniz nereye kadar? Gitmeleri için hangi eziyetleri yapmaya hazırsınız, meşrebiniz ne kadar geniş?