Abdullah Aren Çelik: Kandan Adam Diyarbakır Polisiyesi'nden fazlası
Abdullah Aren Çelik'in yeni romanı "Kandan Adam" Everest Yayınları etiketiyle yayımlandı. Yeni kitabını "Diyarbakır Polisiyesi" olarak tanımladığımız Çelik, "Diyarbakır Polisiyesi nitelemesi kulağa hoş geliyor. Ama bence 'Kandan Adam' bundan fazlası, çünkü hiçbir polisiye kitabının sonu 'Kandan Adam’daki gibi bitmez..." dedi.
DUVAR - Abdullah Aren Çelik, “İlerde Hep Yalnız” isimli ilk romanından sonra “Kandan Adam” ile okurun karşısına çıkıyor. Everest Yayınları’ndan çıkan, editörlüğünü Mehmet Said Aydın’ın yaptığı roman, 90’lı yılların Diyarbakır’ına odaklanırken, “vadesini doldurmuş” bir cinayet masası polisinin yaşadığı olayları konu alıyor.
Diyarbakır’ın farklı dönemlerdeki üç hikâyesini iç içe geçirerek, tek bir noktaya aktaran ve bu yanıyla dağdan kopan bir çığ topunu andıran romanın hikâyesi, giderek büyüyor ve “başı belada” polis Ahmet Boz’un yaşadıklarında hayat buluyor.
Abdullah Aren Çelik ile çok katmanlı romanı “Kandan Adam”ı konuştuk.
Öncelikle şu noktadan yola çıkarak başlayalım: Açılışı Bitlisli Kemal Fevzi’den bir dize ile yapıyorsunuz. Sonrasında onun ölümünü odağa alarak bir dizi kurmaca olayı anlatıyorsunuz. Kitabınız, Fevzi’ye bir saygı duruşu izlenimi uyandırıyor. Yazım sürecinizden, Fevzi’nin gerek size ve gerekse hikâyeye olan etkisinden bahsetmek ister misiniz?
Aslında kitapta Kemal Fevzi hem var hem yok. Kitabın başındaki epigrafta adı geçmese, okur neredeyse kitabın sonuna kadar ondan bahsedildiğini bilmeyecek. Kitapta, Kemal Fevzi’nin “ölümü-yokluğu” üzerinden bir polisin onu araştırma konusu yapması ve sürekli bu şekilde görünmesi bir hakikate işaret ediyor, o da neredeyse yüzlerce yıldır varlığı görmezden gelinen Kürtler, Ermeniler, yani Türkiye’nin ötekileri. Dolayısıyla bu anlamda romanı, iktidarı elinde tutan siyasal erkin gücünü kaybetmesi üzerinden okumak istedim, bunu da klasik tabirle “beyaz olanın” adım adım “siyaha” dönüşmesini odağına alarak yapmaya çalıştım.
Kitabın yazım sürecinde Kemal Fevzi’den çok nedense kardeşi Law Reşit’in hikâyesi daha çok aklımdaydı. Bana kalırsa kitabın en çarpıcı hikâyesi de ona ait. Law Reşit yıllarca Anadolu’nun ücra köşelerinde hekimlik yapmış biri. Kardeşinin ölüm haberini aldığında büyük bir şok yaşıyor ve adım adım akli melekelerini kaybediyor. Law Reşit’in delirdikten sonra Bitlis çarşısında çıplak gezdiği söylenir. Gezerken, “Wildon söylemişti! Wildon söylemişti! Her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır!” sözlerini tekrarladığı anlatılır. Burada Wildon derken “Wilson Prensiplerini” kastettiğini sanırım anlamışsınızdır. Dolayısıyla Law Reşit’in delirme nedeni, Kemal Fevzi’nin de ölüm nedenine bağlandığında ortaya “ötekilerin” hikâyesinin çıktığı görülüyor. Dolayısıyla kitapta bir saygı duruşundan bahsedilecekse, bu da tek başına Kemal Fevzi’ye değil Law Reşit ve ötekileredir demek yerinde olur.
Kitabınız için bir “Diyarbakır Polisiyesi” tanımlaması yapmak bizce yerinde… Fakat ele aldığınız dönem itibariyle tarihi, politik meseleleri odağına alışıyla politik, bir evliliğin başlangıcını ve bitişini anlattığınız için aşk romanı da denilebilir. Siz, romanınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
“Diyarbakır Polisiyesi” nitelemesi kulağa hoş geliyor. Ama bence “Kandan Adam” bundan fazlası, çünkü hiçbir polisiye kitabının sonu “Kandan Adam’daki” gibi bitmez. Neredeyse bütün polisiye romanlarda cinayet aydınlanır, polis müfettişi muradına erer, kahramanlığı bütün kamuoyunun takdirine sunulur. Dahası polisiye romanlarda cinayeti sorgulayan polis müfettişi cinayeti işleyen bir adamın peşindedir sürekli. Oysaki “Kandan Adam’da” cinayeti işleyen bir kişi değildir. Zaten Ahmet Boz cinayetin nedenini öğrendiğinde iş işten geçmiştir artık. Belki de sadece romanın finaline bakarak bile bunun polisiye bir roman olmadığı düşünülebilir.
"Aşk romanı mı?" bence bu da değil, çünkü romanda aşktan ziyade yok olan bir evlilik daha çok öne çıkıyor. Bu romanda dikkat edilirse 600 yıl boyunca hep kaybedenlerin hikâyesinin öne çıktığı görülür. Her şeye rağmen “Kandan Adam” politik polisiye türüne dâhil edilme ihtimali olacağını düşünüyorum. Evet, bir cinayet ve o cinayeti sorgulayan, araştıran bir polis memuru var. Ama tek başına bu ölçü sayılabilir mi, doğrusu bilmiyorum. Aklımda daha çok bir polis memuru üzerinden kaybedilen iktidarı, bu polis memurunun karısıyla ilişkisi bağlamında çürüyen bir evliliği ve yitirilen erkekliği, Kemal Fevzi’nin ölümü üzerinden de tarihsel bir meseleyi tartışmak istedim. Yani bu roman “Diyarbakır Polisiyesi” olarak nitelendirilirse bile tarihsel arka planıyla tarihi bir roman olarak da düşünülebilir.
'ÇÜRÜYEN BİR İDEOLOJİ İLE YÜZLEŞMEYE DEVLETİN ARŞİVİNDEN BAŞLANIR'
Vadesini doldurmuş bir kahramanı ele aldığınız romanınızda, karakterinizi, “Arşive kaldırılan bir evrak misali o da aniden emniyet teşkilatının tozlu mahzenine hapsedilmişti.” sözleriyle tanımlıyorsunuz. Zira bu söz başlangıç noktası oluyor ve karakter, itibarını kazanmak için mücadeleye girişiyor. Bu istenç gücü aklımıza şunu getirdi: Bir polis olan Ahmet Boz, cinayeti aydınlatıp gerçeğe ulaşmak yerine, olayı çözüp tekrar eski gücüne ulaşmak istiyor. Mekân olarak Diyarbakır özelinden yola çıkarsak, bu mekânda hükmü geçenin gerçeklere sahip olanın değil de, gücü elinde tutan olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu karakterin hikâyesini sizin için anlatılır kılan şey neydi?
Ahmet Boz vadesi dolmuş bir iktidarın sembolüdür. O nedenle arşive kaldırılmıştır. Yani Ahmet Boz 600 yıllık çürüyen bir “iktidarın” çözülmesinin ideolojik karşılığıdır. “Kandan Adam” şöyle başlar: “Büyük devletlerin büyük arşivleri ve yalnızlıkları olur. Onlar kadar bu arşivlerde çalışan küçük de insanları.” Arşiv aslında bir ülkenin belleğidir, dolayısıyla büyük devletlerin hafızası da arşivleridir. Yalnızlıkları da zulümleri kadardır. Bir hesaplaşma olacaksa, dahası çürüyen bir ideolojiyle yüzleşilecekse buna devletin arşivinden başlanmalıdır. Çünkü günahıyla, sevabıyla arşivler her şeyin kaydının tutulduğu yerlerdir.
Ahmet Boz’un hayatını yeniden kurmasının tek bir yolu vardır, o da arşivde kaydı tutulan ve işlenen bir cinayete ait belgelerde gizlidir. Dolayısıyla 600 yıllık bir hikâye yeniden yazılacaksa, arşiv yeni bir geleceğe başlamak için doğru bir yerdir. Belki ilgisiz bir örnek olacak, ama arşivlerin tozlu raflarından 1915 olaylarına ait belgeler çıkarılmadıkça bu sorun bizimle beraber hep var olagelecek. Yine 6-7 Eylül olayları, Dersim, Sivas Katliamı, Maraş, Çorum ve daha pek çok mesele raflardan indirilmedikçe çözülmeyecek. Ahmet Boz şahsında çürüyen bir aygıtı başka türlü anlatamazdım herhalde.
Sorunuzda, “Ahmet Boz, cinayeti aydınlatıp gerçeğe ulaşmak yerine, olayı çözüp tekrar eski gücüne ulaşmak istiyor” diye bir ifade kullandınız. Evet, tam da bunu demek istiyorum ben de. İktidarını devam ettirmek için hakikat yerine, gücünü ikame etme duygusu daha çok hâkim. Hakikate ulaşmak, cinayeti aydınlatmaktan daha önemli oysa. Çünkü ancak hakikat bizi ortak bir doğruya götürebilir. Dikkat edilirse Ahmet Boz’un adım adım hakikatten uzaklaştığı görülür. Romanın sonunda, başına gelenlere bakınca bunun neden kaçınılmaz olduğu da anlaşılıyor. Nasıl ki Ahmet Boz'un eski gücüne kavuşmak için hakikate ulaşması gerekiyorsa, gücü elinde tutan siyasal erkin de çürümeden kurtulmak için paradigmasını arşivden dosyaları indirerek değiştirmesi gerekiyor. Aksi halde çürüme ve yenilgi kaçınılmazdır. Benim için Ahmet Boz üzerinden hikâyeyi anlatılır kılan da bu 600 yıllık meseleydi.
Son olarak dünyanın her yerinde olduğu gibi Diyarbakır’da da haklı olanın değil, güçlü olanın yaşama hükmettiğini söyleyebilirim.
'DİYARBAKIR'IN EN YERLİSİNİ BİLE İÇİNE ALMAYAN BİR BÜYÜSÜ VAR'
Kitapta, birbirine paralel şekilde anlattığınız üç dönemden bahsediyorsunuz: Diyarbakır’ın İran hegemonyasından çıkıp Osmanlı’ya geçişi, Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyet idaresinin gelişi ve 90’lı yılların kanlı dönemi… Üç evre de, bir öncekini aratacak denli kanlı geçiyor. Öyle ki, sizin anlatımınızla, "Topraktan kemikler çıkıyor". Siyasal iktidarların Diyarbakır ile alıp veremediği sizce nedir?
Bana kalırsa kitapta geçen her üç dönem, birbirine çok uzak değil. Zira her üç dönem de kanlı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu üç dönemi de aynı şehir üzerinden okumak ne kadar doğru oldu bilmiyorum, ama Kayseri’de, Konya’da ya da Türkiye’nin herhangi bir şehrinde yaşasaydım belki de bütün olup bitenleri bulunduğum yerden bakarak anlatacaktım.
Yıllar önce Selim Temo bir söyleşisinde 'Diyarbakır’ın insanı içine almayan, kibirli, insanı ezen bir tarafı olduğunu' söylemişti. Tam olarak hatırlamıyorum, ama aşağı yukarı buna benzer sözlerdi söyledikleri. Neredeyse her şehirde kendisine biz bu şehrin has yerlisiyiz diyen bir kesim vardır. Aynı sözleri pek çok Diyarbakırlı'nın ağzından duymak mümkün. Diyarbakırlı olan ya da olmayan herkes kendisini bir parça bu şehirden sayar.
Ama bana kalırsa Selim Temo haklı, en yerlisini bile içine almayan garip bir büyüsü var bu şehrin. Politik bir kent oluşu bu gerçeği değiştirmez. Siyasal iktidarlar ile Diyarbakır arasında yüzyıllardır bir yenişememe durumu var. Diyarbakır, siyasal iktidarlar da dâhil neredeyse her toplumsal kesim, her ideolojik grup ve her dinsel cemaat tarafından teslim alınmak isteniyor. Bunlardan birisine yenilip siyasal iktidarlarla barışık yaşasaydı bu şehir, muhtemelen Diyarbakır’ın adını bu kadar duyuyor olmayacaktık.
Kitap, peş peşe düzenlenen cinayetlere, faili meçhullere, arşiv odalarına, müzelere, sinemalara, mühürlere, fotoğraflara ve mektuplara sık sık atıf yapıyor. Öyle ki, bütün bu doneler belirli bir noktadan sonra yalnızca belleğe ve hafızaya işaret ediyor. Kitabın da belleğe hizmet amacıyla ortaya çıktığı, bugünü kalıcılaştırma niyetiyle var olduğunu düşündüğümüzde, bellekle olan ilişkinizi nasıl açıklarsınız?
Sanırım burada kente ve kentin hafızasına değinmek gerekiyor. Bunun nedeni, kentin yarattığı atmosferin bir parça da olsa bizi yaşananlar konusunda bir yüzleşmeye götürmesidir. Yukarıda üç kanlı dönemden bahsettik, sonuçları korkunç bir ayrılığa giden ve birbirine benzeyen üç olay. Oysa ilk yaşanan hadiseden ders alınsaydı, sonraki nahoş şeyler yaşanmayabilirdi. Arşiv ve yüzleşme o nedenle önemli.
Mektup, fotoğraf, müze, mühür ve daha pek çok nesne aslında yaşananların tekrarlanmaması için birer hafıza edinme nesneleri. Bellek soyut olgular üzerinden ilişki kurmaz, daha çok nesnelere yüklediği anlam üzerinden yapar bunu. Marcel Proust’un “çaya batırılan kurabiye” hikâyesine benzer bir durum vardır burada. Nesnenin bellekte edindiği yer, hafızanın hatırlama biçimini yaratır aynı zamanda. Dolayısıyla belleği, geçmişle kurulan bağ ve geleceğe dair doğru adımların atılmasına yardımcı bir tür düşünme biçimi olarak değerlendiririm.
'BİR YAZAR ASLA TANIKLIKTAN KURTULAMAZ'
Kitabın sonlarına doğru yazarı, bu kurmaca öykünün içine yerleştiriyor fakat hiç konuşturmuyorsunuz. Post-modern edebiyat yazarın kendiyle olan ilişkisine, monologlarına veyahut diyaloglarına sıkça yer verirken, sizin, bir yazar olarak susmanızı ve sadece dinlemenizi nasıl yorumluyorsunuz? Yazar, tanık olmaya mahkûm mudur?
Bir yazar asla tanıklıktan kurtulamaz. Eline mürekkep bulaşan her kalem erbabının, toplumun vicdanı olduğunu düşünüyorum. İster ortaya çıkan eser post modern, isterse modern olsun bu durum fark etmez. Yazar metniyle konuşur, bir yazardan bundan fazlası beklenebilir mi bilmiyorum. Sözün kaydını tutan birisinin, yazıya aktardığı şeyler, toplumsal bir belleğin yaratılmasına yardımcı olur. Edebiyatın böylesi bir gücü, yazarın da böylesi bir rolü vardır. Dolaysıyla yarattığı metinlerle, doğal olarak böylesi bir görev edinen yazarın istese de susamayacağının bilinmesi gerekir. Bugün "sürgün edebiyatı" diye bir şeyden bahsediliyorsa nedeni tam da budur.
Çünkü yazarın kadrajına giren her mesele, edebiyatına yansıdığı andan itibaren güçlünün değil haklının yanında durduğu bir sonuç üretir. Bu da yazarın tanıklığından kaynaklanır. Tabii ki bunu söylerken namuslu yazarlardan bahsediyorum. Bu noktada yazarı "tanıklıktan sanıklığa" doğru götüren bir hikâye başlar. Bunun da sonu sürgün, ölüm ya da kalemini kullanmasının engellenmesiyle sonuçlanan bir noktaya gelir. Bütün bunların nedeni yazarın metninden ya da metninin dışından konuşmasından kaynaklanır.
Nazım Hikmet, Mehmed Uzun, Teodor Adorno, Julio Cortazar, Herman Broch ve daha pek çok yazar-çizer buna örnek verilebilir. Dediğim gibi yazarın yarattığı metin ne olursa olsun, ister metnin içinden, ister dışından konuşsun tanıklıktan asla kurtulamaz. Dolayısıyla benim tanıklığım da ortaya koyduğum bu metin kadardır.
Kitapta ele alınan karakter 90’larda yaşıyor, dolayısıyla anlatılan olaylar o günlerde gerçekleşiyor. Politik cinayetleri odağınıza aldığınız için soruyoruz: O dönemi, cinayet masasında çalışmış ve bir zaman sonra vadesini doldurup, rütbesi düşürülmüş bir polis gözü ile anlatmak fikri nasıl ortaya çıktı?
Daha önceki romanımda maksadım metnimi "ötekinin dünyası" üzerine kurmaktı. “Kandan Adam’da” da farklı düşünmedim. Fakat bu romanı diğerinden ayıran, güçlü olanın yavaş yavaş gücünü yitirmesi ve öteki olana yaklaşmasıdır. Bir de yargılayan birisinin adım adım yargılanan birisine dönüşmenin psikolojik yönünü hep merak etmişimdir. İnsanları yakalayan bir polisin, kovalayan, suçlayan, bazen öldüren, hapse atan, yani silah çekme özgürlüğü olan birisinin silahını çekememesi ve kendisine silah doğrultulmasının nasıl olacağını merak ettim.
Empati kavramına oldum olası sıcak bakmam. Çünkü bana göre kimse kimsenin yerine geçemez, tam olarak halinden anlayamaz. İnsanları sadece çektikleri acılar yan yana getirir, en fazla bu kadar yaklaşabilirler birbirlerine. “Kandan Adam’ın” karakteri Ahmet Boz'u acı çeken insanların yaşamına yaklaştırmamdaki neden buydu. Kitapta Cihan diye bir karakter var, Trabzon’dan Diyarbakır’a tayini çıkmış genç bir polis memuru. Evinden Emniyet Müdürlüğü’ne gelene kadar şaşkın, bir o kadar da korkuyla insan yüzlerine bakar. Yabancısı olduğu bir şehri daha çok korkuyla anlamaya çalışır. İnsanın bu kadar yabancısı olduğu bir şehri ve doğal olarak biraz temkinli yaklaştığı insanlarını daha yakından tanımalarını istedim. Çünkü dışarıdan Diyarbakır’a gelen bir devlet görevlisinin şehre ve insanlarına ilk bakışı maalesef genelde suçluymuşlar gibi oluyor. Gerçek bu değil tabii ki, ama maalesef insanlar inandırıldı buna. Maksadım bir şehri topyekûn kriminalize eden bir bakışın yerini değiştirmekti sadece.
Bu aralar günleriniz nasıl geçiyor? Hazırladığınız bir çalışma var mı?
Bol bol film izliyorum, kitap okuyorum. Fırsat buldukça ihmal ettiğim dostlarımla bir araya geliyorum. Yeni roman için hazırlıklarım var, bir de bunun için materyal biriktiriyorum.