Bunun gerçeği ifade etmediğini hemen söylemeliyim. Oynanan oyun,
sürek avı değildi; Abdullah Avcı henüz pusular kuracak konfora
sahip değil. Dolayısıyla Avcı’ın Bulut'u avladığı varsayımı gerçeği
ifade etmiyor. Her şeyden önce Erol Bulut’un muhteşem bir şey
başardığını teslim edelim. Türkiye’de oynanan melez, kimliksiz ve
ekolsüz kaotik oyuna, çok uygun bir panzer bulmuş. Defansif olarak
takımını en derinde konumlandırmıyor. Bu karar takımını her şeyden
önce serseri girişim ve atakların tehlikesinden koruyor. Defansını
tıpkı Liverpool'da Klopp’un yaptığı gibi bir tık daha ilerde
mevzilendirdiği için, direnç merkezini orta sahanın tam ortasında
inşa etme imkanı buluyor. Bunun anlamı şudur; rakibiyle ceza sahası
çeperinde boğuşmak yerine, rakibi tam orta göbekte baskılıyor.
Baskı ve sürekli pres talebini ikinci bölgede organize ettiğiniz
zaman, oynadığınız oyunun boyu doğal olarak kısalıyor. Kısalan oyun
boyu, maç kondisyonunuzu kontrollü kullanma imkanı veriyor. Kendi
başına bu tercih hem savunma için, geriye doğru uzun ve yorucu
koşular yapmayı engelliyor hem de kapılan top sonrası, hücum için
geniş ve uzun mesafe kat etmek zorunda kalınmıyor. Kısaca futbol
yorumcularının çok sevdiği ifade olan kompakt oyun, doğal olarak
gösterişli bir beden buluyor.
Avcı, bütün maç boyunca sadece bir kez Bulut'un bu oyun
sistemini deforme etti, o da ikinci gol olarak meyve verdi.
Hafta içinde "Kimseye teknik direktörlüğümü sorgulatmam" diyen
Avcı, galiba kendisi herkesten önce harekete geçerek, oyun
anlayışını sorgulamış görünüyor. Alanyaspor maçında Avcı, top bizde
anlayışında vazgeçmişti. Takımını 4-2-3-1 olarak sahaya süren Avcı,
Oğuzhan’ın yanına Atiba Hutchinson’u yerleştirerek, kontra yeme
ihtimalini çok ciddiye aldığını belgeliyordu. Sağda, Dorukhan,
Oğuzhan ve Lens hattı üstünde, dikine bir oyun taktiği planladığı
çok açıktı. Sol tarafı, bütünüyle, Caner ve N’Koudou’ya bırakması,
özellikle N’Koudo’nun kaleye direk inebilen hızına değer biçtiği
anlaşılıyordu. Bir de buna Burak’ı geriden uzun paslarla defansın
arkasına sarkıtma denemeleri eklenince, İşin rengi açıkça ortaya
çıkıyordu.
Nitekim, Beşiktaş bütün maçı aslında kontra kovalayan takım ya
da taraf olarak tamamladı. Bu durumun kendi başına kötü bir şey
olduğunu söylemiyorum ama prensip olarak, Avcı’nın kendi
iddiasından vazgeçtiğini söylüyorum. Belki bu durum geçicidir.
Belki bu strateji değişikliği kötü gidişe verilen bir ara mola
arzusudur. Bilmiyorum, hep birlikte bekleyip göreceğiz.
Avcı'nın oyun tercihi, daha önce yardımcılığını yapmış olan Erol
Bulut'un oyun tercihlerine benzemeye başlayınca, haliyle oyun bir
bakıma kilitlendi ve her iki tarafta yaratıcı çözümler bulmakta
büyük sıkıntı yaşadı. Erol Bulut ezberine aldığı oyuna sadık kaldı
ve bunu gayet iyi uyguladı. 2-0 geriye düşmeleri bu gerçeği
değiştirmiyor. Oyun tekrarlanabilir karakterler taşıyor. Lig
maratonu uzun ve her teknik adam her hafta tekrarlayabileceği bir
oyuna sahip olmayı arzular. Erol Bulut zihinsel olarak çok net bir
görüntü veriyorken, doğrusu Avcı pek de öyle görünmedi.
Kim bilir, belki de Avcı, oyunun reel gerçekleriyle kendi oyun
arzusu arasında, bir yeni eşik keşfetmiş olabilir. Avcı’nın
seçimleri, tercihleri trajik bir vaziyete neden oluyor demeyeceğim
ama neye ve kime meydan okuduğunu, neye ve kime teslim olduğunu ve
son olarak neyi ve kimi olumladığını henüz anlayabilmiş
değilim.
Ama bildiğim ve doğruluğundan emin olduğum kimi şaşmaz gerçekler
var. Kendi başarısızlık baskısıyla baş edemeyen, bu duyguyu tıpkı
ölüm gibi sonuna kadar yaşamayı beceremeyenler, hatalarından
arınıp, yeni bir dirilişin altına imza atamazlar. Unutulmayalım,
arınma ve diriliş birbirinden bir adım mesafede dururlar.
Bir futbol takımının zihni ne kadar açıksa, performansı da o
ölçüde yüksek olur. C. Ranieri’nin deyimiyle, zihni açık, şarjı
dolu bir oyuncu grubu başarıyı garantiler.