Gazetecilik öyle bir meslek ki haber için izlediğiniz kimselerle yaptığınız mesainin süresi uzunsa bir noktadan sonra belli bir hukukunuz oluşuyor. Hele de Ankara gibi siyasetin hayatın her alanına egemen olduğu bir başkentte 24 saat yayın yapan bir haber kanalının en genç muhabiri olarak işe başladıysanız, mesleğiniz gereği takip ettiğiniz siyasetçilerin peşinde geçirdiğiniz zaman aileniz, arkadaşlarınız ve sevdiğinizi isyan ettirecek boyutlara ulaşabilir. Bu durumun doğal sonucu olarak da izlediğiniz siyasetçi Cumhurbaşkanı da olsa, Başbakan da sohbetleriniz haber ortamının getirdiği gerilimin ötesine geçip daha insani, daha samimi bir hal alabilir - hem de kişisel olarak politik spektrumun çok başka bir yerinde duruyor olsanız bile. İnanması güç ama AKP’nin iktidara geldiği 2000’lerin başında Ankara’da da durum buydu!
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile tam da böyle bir ortamda, gazeteci-siyasetçi ilişkisi çerçevesinde uzun süre mesai yaptık. Dışişleri Bakanlığı döneminde kendisini dünyanın pek çok ülkesinde, ikili ziyaretlerde ya da uluslararası toplantılarda takip etme fırsatım oldu. 2003’te Irak tezkeresinin mecliste reddi sonrasında Türk-Amerikan ilişkilerinde başlayan gerilimi, Kıbrıs’ta Annan Planı pazarlıklarını, Avrupa Birliği’ne adaylık için müzakerelerin resmen başlamasını, Ermenistan ile sınırı açacak protokollerin imzasına giden süreci hep birlikte deneyimledik desem abartılı olmaz.
Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunda ben artık Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’de yaşıyordum, sivil hayata geçtiğinde ise İstanbul’da. Sonrasında Washington’a gittim. Adres değişikliklerim nedeniyle çok seyrek aralıklarla da olsa kendisiyle sohbetlerimiz devam etti. Yazar çizer, gazeteci ve akademisyenlerle ufuk turu yapmayı sever Abdullah Gül. Davet eder, fikrinizi sorar, kızdıracak ya da kendisine ters gelen şeyler söyleseniz bile kesmeden dinler. Kendi argümanını tahakkümden uzak bir üslupla dile getirir.
Uzun bir aradan sonra geçen hafta çalışma ofisi olarak kullandığı Ayazağa Kasrı’nda yaptığımız sohbetin konusu ağırlıklı olarak Suriye oldu. Değerlendirmelerinin satır aralarında Erdoğan hükümetinin Suriye’de hesap hatası yaptığına yönelik eleştiri de vardı. Gül, Moskova’nın Suriye’nin kaderini değiştirecek bir aktör haline geleceğinin Ankara’da çok geç fark edildiği görüşünde. Türkiye’nin doğru bir diplomasiyle 2003’teki Irak savaşını aktif çatışmanın bir tarafı olmadan atlatmış olduğunu hatırlatırken aslında (bizzat bu kelimelerle ifade etmese de) bugün Türkiye’nin Suriye politikasının doğru işlemediğini söylemiş oldu dolaylı yoldan.
Sonra Gül, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın 2012’de basılan “It Worked For Me: In Life and Leadership” isimli kitabını okuyup okumadığımı sordu.
Kitabın ismini Türkçeye “Liderlikte de hayatta da bana da uydu” diye tercüme etmek mümkün. Colin Powell otobiyografik kitabına seçtiği isimle bazı pişmanlıklarına rağmen yürüdüğü yoldan genel hatlarıyla memnuniyetini dile getirmeye çalışıyor. Powell’ın kitabını manşetlere taşıyan mevzu ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmek için eldeki istihbaratı nasıl tahrif ve manipüle ettiğine dönük itirafıydı. Powell kitapta dönemin Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile Özel Kalem Müdürü Scooter Libby’nin çektiği operasyonla kendisinin “Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları var” propagandasının yüzü haline getirildiğini detaylarıyla anlatıyor. 5 Şubat 2003’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmanın yalan istihbaratla aldatılmasının sonucu olduğunu belirterek kendi kariyerini temize çekmeye teşebbüs ediyor.
Colin Powell, Türk siyasetinde ziyadesiyle alışık olduğumuz “aldatıldık” söyleminin bir benzerine Başkan George W. Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice’ı da ortak ediyor. W. Bush’un savaş kararını Ulusal Güvenlik Konseyi’nde dahi tartışmadan Cheney’in kurgusu üzerinden aldığının altını çiziyor.
Powell kandırılıp kullanılmasının intikamını bir sonraki seçimlerde Demokratların Irak’tan çekilmeyi savunan Başkan adayı Barack Obama’ya destek vererek aldı belki de kendince. Irak ise çoktan geri dönülmez biçimde tarumar olmuştu.
Abdullah Gül ise George W. Bush’un Irak’ı işgal kararının başka bir boyutuna takılmış: “Bazen insanlar bir ülkenin savaşa bir Başkan ve ona fikir veren birkaç kişi tarafından sürüklenmiş olabileceğini tahmin etmiyor. Titizlikle planlanmış bir strateji var, büyük karar süreçleri geçirildi sanılabiliyor. Oysa Bush örneğinde olduğu gibi bu önemli kararlar bir Başkan’ın kişisel tercihine dönüşebiliyor.”
Gül bu sözlerin ardından uzun bir es verdi!
Amerikan Newsweek dergisinin 2012 Mayıs’ında yayınladığı Irak’ta kitle imha silahları olduğuna ilişkin yalanı deşifre eden haber dosyasını o senenin NATO Zirvesi’nin yapıldığı Chicago’ya giderken uçakta okuduğunu hatırladı. Gül sözlerine şöyle devam etti: “Uçakta Feridun da vardı (dönemin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu), Hakan da (dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan) vardı. Newsweek’teki haberi onlara gösterip ‘Amerikalılar Irak’ta Pandora’nın kutusunu böyle açtılar. Çok yazık oldu.’ demiştim.”
Anayasa değişikliğiyle Hakan Fidan’ın sıfatı müsteşarlıktan başkanlığa terfi etti ama kendisinin iş tanımı 2012’den bugüne değişmedi. Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu ise üç yılı aşkındır Türkiye’nin Birleşmiş Milletler (BM) Daimi Temsilcisi olarak görevde. Bugünün koşullarında insan hayal bile edemiyor ancak belki de uzak tarihte bir gün Suriye’de Türkiye için Pandora’nın kutusunu açan kararların nasıl alındığını kritik pozisyonlarındaki o bürokratların yazacağı kitaplarda okuruz…ve hiç de hayret etmeyiz!