Değerli Abdullah Bey,
Anneniz Keyser Hanım’ı kaybetmişsiniz, çok üzüldüm. Öyle günlerden geçiyoruz, öyle büyük acılara, trajedilere tanık oluyoruz ki her Allah’ın günü… Vefat haberleri anlamını yitirdi gibi. Akşamları bazı sayılar okuyoruz ekranda. Sayıdan ibaret olmayanların toplamını, her akşam. Tanımadıklarımızın evinde dualar okunuyor, gözyaşı dökülüyor. Bizler için ‘şimdilik’ sayı olanlar, bir isim, yaşam, hatıra, bağlılık, sevgi, kucak, omuz…
Böyle bir zamanda, vefat etmiş anneniz. Fotoğraflarını gördüm, rahmetli anamınkine benzer tülbendiyle, gülümser yüzünü… Hasta yatağında. Rahmet diledim. Ardından birkaç yerde daha karşıma çıktı aynı haber. Annenizin sizi yurt dışında zannettiği yazıyordu. Arada bir aradığında ise telefonunuz kapalı çıkıyormuş.
Koca bir yumru oturdu boğazıma…
İnsan, başına kötü bir şey geldiğinde annesi duysun istemiyor hakikaten. Vefat edince de, artık hiç olmazsa başımıza ne gelirse gelsin, duyup üzülmeyecek diye düşünmek, bir teselli belki. Onca insan arasında neden annemiz bilsin istemeyiz başımızdaki derdi tasayı? Herhalde, canımız yandığında ya da korktuğumuzda aklımıza gelen, yardım istediğimiz ilk insan olduğundan. Öyle ya, ananın kaybı başka bir şeye benzemiyor.
Sizin çektiğinizle karşılaştırmam bize yapılanı… Fakat kamu görevinden atıldığımı(zı) duyduğumda gece vakti, ilk aklıma gelenlerden biri annemdi. Nasıl söyleyeceğimizi düşündüm. Hiç söylememeyi. O da tedavi görüyordu bir süredir, tadını iyice kaçırmayı istemedim. Ancak İstanbul’a dönmek ve yaşamak zorundaydım, saklama ihtimalim yoktu. Duyduğunda iki şey söylemişti bana: “Üzülme, hiç olmazsa içeri atmadılar” ve “Allahlarından bulsunlar.”
Bir daha hiç konuşmadık olanı biteni, açılma ihtimali olduğunda hemen konuyu değiştirdim, aylarca. Konuşmadık ama arada bir, durup dururken “Yani şimdi hiç mi maaş vermiyorlar?” ya da “Bütün arkadaşların mı atıldı?” diye soruyordu. Belli ki aklının bir köşesinde hep aynı şey… Son anına dek pek inanmak istemedi, daha doğrusu tümüyle kavrayamadı…
Ben sizden şanslıydım Abdullah Bey, vedalaşabildim. Üzüntünüzü, içinizde kalanları tahayyül etmeye çalışıyorum, olmuyor. Buna mukabil, neden annenize bunca zaman doğruyu söyleyemediğinizi çok iyi biliyorum.
Size bunları yapanlar hakkında yazamıyorum artık. Garip bir durum bu, sık yaşamadığım. Düşman gördüğüne acı ve üzüntü vermekten aldıkları zevki saklama gereği duymayan insanlara, öfkelenemiyorum nicedir. Öfke için gerekli olana sahip değilim artık. Herhangi bir şey hissedemiyorum, okumak zorunda kaldığım haberlerdeki ifadesiz fotoğraflarını gördüğümde. Siyasi tepki ya da mücadele için gerekli şevkten değil; insani olandan, kızgınlıktan, o duygu için gerekli asgari ‘değer’ yoksunluğundan söz ediyorum. Belli ki artık insani bir bağ dahi kuramıyorum. Neyse ne… Onlar hak ettikleri yerdeler, ne eksik ne fazla…
Başka ne diyebilirim ki Abdullah Bey… Siz benim yerimde olsanız, ne derdiniz… Rahmetli annenize, benimkiyle birlikte bir Fatiha okudum. Huzur içinde yatsın, mekânı cennet olsun. Analarımız, babalarımız, sevdiklerimiz aynı yerdeler. Haysiyetsizliğin olmadığı bir yer. Geçecek bu günler. Başınız sağolsun…