ABD'yi Afganistan'da yenen kim?

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesini yenilgi olarak görenlerin anti-emperyalist, bunun bir siyaset değişikliği ya da uzun vadeli plan çerçevesinde yapılmış bir hamle olduğunu savunanların Amerikancı olarak tanımlanması gibi bir tavrın gereksiz olduğunu belirtmeliyim. ABD’yi yenilgiye uğrattığı söylenen Taliban’ın 1980’lerden bu yana ABD ve onun sadık müttefiklerinin yörüngesinden çıkmadığını akılda tutmakta yarar var.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Biden yönetiminin, Trump’ın Şubat 2020’de Taliban ile yaptığı anlaşmaya uygun bir şekilde askerlerini Afganistan’dan çekmesi ve bu süreçte yaşananlar, ABD hegemonyasının konumu, Orta Asya jeopolitiği, radikal İslamcılık’ın geri dönüşü gibi tartışmaları tekrar canlandırdı. Bu ilgiyi Erdoğan yönetiminin Kabil havaalanını koruma-işletme merakı da besledi. ABD’nin ağır bir yenilgi görüntüsü vererek Afganistan’dan çekilmesi haklı olarak ardında yatan nedenlere dair kafa karışıklığı yarattı. ABD’nin tam da Rusya, Çin ve İran’ı bütün strateji belgelerinde hasım, rakip, düşman ilan etmişken bu üç bölgenin kesişim noktasında bulunan Afganistan’ı terk etmesi, Vietnam tipi bir emperyalist yenilgi olarak algılandı. Bu yazıda ABD hegemonyasının niteliğine dair bazı yapısal unsurları tekrar hatırlatıp, genel olarak Afganistan’ın, özelde de son çekilmenin küresel siyaset ve ABD planları açısından anlamını ele alacağım. Amacım Afganistan merkezli radikal İslamcılığın son 40 yıldır, bazen açık bir şekilde yanında, bazen de karşısında durarak ama nihayetinde her daim ABD hegemonyasına hizmet ettiğini göstermeye çalışmak.

YENDİ, YENİLDİ İKİLEMİ?

ABD müdahalelerinden bunalan, onun kurduğunu iddia ettiği “liberal uluslararası düzeni” adaletsiz bulanlar için ABD’nin bölgesel başarısızlıkları, geçici rahatlık sağlayan, keyif veren bir gelişme oluyor. Ama genelde bu tür bölgesel çatışma dinamiklerine yüklenen anlam ile ABD hegemonyasının işleyişi arasında bire bir ilişki yok. ABD 1953’te İran’da Mussadık’ı darbeyle devirdi, 1957’de ise Sovyetler önce Sputnik’i uzay yörüngesine yerleştirdiler, sonrasında uzaya ilk insanı gönderdiler. ABD’de o zamanki hava Sovyetler’e karşı uzay yarışının kaybedildiği şeklindeydi. Dahası 1959’da Küba Devrimi olmuş, ABD apar topar karşı devrimcilerden oluşan militanlarla Domuzlar Körfezi’ne çıkarma yaptırmış ama bunlar bozguna uğraşmışlardı. 1967’de ABD Yunanistan’da askeri darbe yaptırırken, Şubat 1968’de Kuzey Vietnam ordusu ünlü Tet saldırısını başlatıp ABD’yi geriletebildi. Öyle ki, Dünya Sistemi yaklaşımının kurucusu I. Wallerstein bu olayı Amerikan hegemonyasının çöküşünün başlangıcı olarak aldı. ABD 1975’te Vietnam’da kesin bir yenilgiye uğradı, üstüne 1979’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’a girmesi, Nikaragua’da solcu Sandinistaların iktidarı ele geçirmesi büyük stratejik kayıplar oldu. Ama Türkiye’de 1980 darbesi yapıldı, 1980’lerde İran’a karşı Saddam, Sandinistalar’a karşı kontrgerillalar, Afganistan’da Sovyetler’e karşı Mücahitler desteklendi. Bu operasyonlar genelde başarılıydı. ABD 1983’te Beyrut’ta 230 asker kaybederek utanç verici bir şekilde çekildi, aynı yıl Karayipler’de Grenada’yı işgal etti. 1989-91 arası Doğu Bloku'nu dağıttı, Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarttı ve bunu da uluslararası meşruiyet sağlayarak yaptı, 1993’te Somali’den asker kaybederek çekilirken, 1995’te Bosna, 1999’da Kosova’da istediğini sınırlı askeri güç ve etkili diplomasi kullanarak aldı. 2001 ve 2003’te Afganistan ve Irak’ı çok az kayıpla ve kısa sürede işgal etti. 2011’de Arap Baharı süreciyle Libya, Suriye ve Yemen’i istikrarsızlığa sürükledi. Böylece eski Baasçı ve Arap milliyetçisi rejimleri ya tasfiye etti, ya da Suriye’de olduğu gibi yıkılmasını sağlayarak çok zayıflattı. Eskiden tek bir ABD askeri bulunmayan bu ülkelerde üs edindi, askeri varlık sokabildi. Bunlara isteyen başarısızlık da diyebilir. Tabii bu arada Venezüella'da darbe girişimi başarısız oldu, Rusya’nın Kırım’ı ilhakını önleyemedi, kendi Kongresi basıldı vs.

HER YENİLGİ BİR DÜŞÜŞ MÜDÜR?

Bu çok kısa bir hatırlatma. Görüldüğü gibi ABD’nin (iç) dış politika ve müdahale tarihinde tek bir hat yok. Geçmişi başarısızlıklarla dolu. Eğer ABD’nin gücünü ve hegemonik pozisyonunu her bir olayda düşüşe geçme, yenilme olarak tanımlaya başlarsak sürekli bir yükselme ve düşüşten söz etmemiz gerekecekti. ABD’nin hegemonik bir güç olmasının göstergesi küresel sistemin bu kadar farklı alanlarına angaje olabilme kapasitesine sahip olabilmesidir. Bunların bazılarında inşa edici, bazılarında yıkıcı, bazılarında hedeflerine ulaşması, bazılarında başarısız olmasıdır. Eğer tüm bu gelişmelerin her birinde ABD istediğini alabilseydi, o zaman bir hegemonik güçten değil, doğa üstü bir varlıktan söz etmemiz gerekirdi.

VİETNAM, TERSİNE DOMİNO

Burada sorun anlık, kestirme sonuçlara varma alışkanlığından kaynaklanıyor. Örneğin, ABD açık bir şekilde Vietnam’a yenilirken bu savaşı “domino teorisi” (Bir ülkede komünizm yerleşirse domino taşları devrilerek diğerlerinde de aynısı olur) ile meşrulaştırmaya çalışırken, modern tarihin en başarılı anti-emperyalist mücadelesini vermiş olan Vietnam hem kapitalizme açıldı, hem de ABD ile askeri ilişkiler geliştirmeye başlayarak Çin’e karşı pozisyon aldı. Dahası bölgede komünizm, tersine domino etkisiyle tek tek yıkılırken bölge ülkeleri küresel kapitalizmle bütünleştiler.

ABD’nin gücünü ve küresel sistemdeki yerini sürekli olarak askeri müdahalelerin sonuçlarıyla ölçmek küresel sistemdeki yapısal sorunları örtüyor, yanıltıcı sonuçlara yol açıyor. Kısa vadeli tekil olaylardan büyük yapısal anlamlar çıkarmak, bütün analizi bunun üzerine kurmak, ABD hegemonyası ile küresel kapitalizm arasındaki ilişkiyi anlamamızı zorlaştırıyor. Bunun kapsamlı bir tartışma gerektiren bir konu olduğu açık ama şu kadarını söylemek gerekir ki, Amerikan hegemonyası küresel sınıfsal bir ittifak üzerinde oturur ve buna Rusya ve Çin devlet kapitalizmleri de dahildir. Sorun ABD’nin bu konumda olması değil, bu konumu nasıl kullandığıdır.

ABD AFGANİSTAN’DA YENİLDİ Mİ?

Öncelikle Taliban’ın maddi kapasite olarak ABD’yi yenebilecek bir gücü yok ve hiçbir zaman olmadı. Taliban hiçbir yerel çatışmayı kazanamadı, ABD güçlerini geriletemedi. Elindeki silahlar 20 yıldır neredeyse aynı. 2014’ten bu yana ABD muharip güçlerini geri çekti, asker sayısını önce 8 bin civarına, son iki yıldır ise 2500 civarına indirdi. Bir işgal gücü olarak bunun bir şey ifade etmediği açık. Bu kadar düşük bir askeri varlık karşısında bile ABD geri çekilmeye başlayınca dek Taliban hiçbir büyük şehri alamadı. Afganistan ordusunun zafiyetlerini Taliban’ın bilmemesi mümkün değil. 75 bin militanı olan Taliban’ın nasıl olup da, bu kadar az mevcutlu ABD işgali karşısında savaşmak yerine uzun müzakereler yürüttüğünün şimdilik bir cevabı yok. Bu noktada Vietnam yenilgisiyle de görsellik dışında bir ortaklığın olmadığını belirtmek gerek. ABD Vietnam’dan son helikopter havalandıktan sonra bir daha uzun süre bu ülkeye giremedi. Oysa, çekilme ilanından sonra Afganistan’a 3 bin asker daha gönderdi, havaalanındaki güvenli bölgeyi genişletti ve müdahale edilirse sert karşılık vereceği konusunda Taliban’ı uyardı. İşgalci konumundaki ABD askerlerine ise Taliban dokunamadı.

ABD HİZMETİNDEKİ İSLAMCILIK

İslamcılığın bütün tonları neredeyse 20. yüzyıl boyunca Batı sistemine bilerek ya da bilmeyerek hizmet ettiler. Kendisini “dinler arası diyalog” ve “tolerans” ile tanımlayan Gülen/Fetö’den IŞİD’e kadar özellikle Sünni İslamcılık en büyük zararı Müslüman toplumlara verdi. Taliban hareketi de bunun dışında değil.

Taliban’ın ABD, Pakistan ve Suudilerin ortak projesi olan Mücahit hareketinin devamı olduğu biliniyor. Taliban’ı, Afganistan’ın kontrolünü ele geçirdiği 1996-2001 arasında tanıyanlar ise Pakistan, Suudi Arabistan ve BAE idi. 11 Eylül sonrası ise Suudiler, Usama bin Ladin’in ve İkiz Kuleler'e çarpan uçağı kullananların çoğunun S. Arabistan vatandaşı olması yüzünden görünürde Taliban’a uzak durdular. Bundan sonra devreye, yine bir ABD müttefiki olan Katar’ın girdiğini görüyoruz. Pakistan ise inişli çıkışlı olmakla birlikte Taliban liderleriyle iç içe olmayı hep sürdürdü.

İlginç bir şekilde ABD işgalinden sonra ülkede uyuşturucu üretimi hızla artarken, Suudilerin 2000’ler boyunca çeşitli fonlar, vakıflar ve ülkesinde çalışan Afganlardan haraç alma gibi yollarla Taliban’ın finansmanına devam ettiğini görüyoruz. Taliban’ın finansal işlerine bakan Ağa Han Mutazim, Hac ve Umre ziyareti altında Suudilerle görüşerek bu finans akışını sağlamakta, bunun için çoğunlukla Pakistan bankaları kullanılmaktaydı. Tabii Suudiler aynı zamanda resmi olarak Afgan hükümetine de destek oluyorlardı. 2010'da ise ılımlı bulunan Mutasım suikastte yaralanıp geri çekilirken, şu anda kritik bir yeri olan Abdülgani Birader (Baradar) ise Pakistan’da hapse atıldı.

NÖBETİ KATAR DEVRALIYOR

Katar ise 2010’dan itibaren Taliban ile gizli görüşmelere başlıyor. Bu temasların sonucunda 2013’te Katar’da Taliban’ın temsilciliği açılıyor. Aynı yıl Birader ev hapsine geçiyor, ABD’nin Afgan kökenli olan Afganistan temsilcisi Zalmay Halilzad ile yakınlık kuruyor ve onun talebiyle ev hapsinden çıkıp 2018’de Katar’a geliyor. Belli ki ABD’liler yatırımı artık Birader üzerine yapıyorlar. Birader, zamanın DIB Mike Pompeo ile görüşüyor ve fotoğraf veriyor, hatta Trump ile telefon konuşması yapıyor. Bütün bu müzakere sürecinde ise Afgan hükümeti dışlanıyor.

Sonuçta, tıpkı 2014’te Musul’da Irak ordusu nasıl savaşmadan şehri IŞİD’e teslim etmesi gibi, Afganistan’da da ordu savaşmadan ülkeyi Taliban’a teslim etti. (Aynı Irak ordusunun bir yıl sonra Musul’u IŞİD’den, Kerkük’ü Peşmerge’den alabildiğini gördük.) Bu bir beceriksizlik ya da yetersizlikten çok bir siyasal karardı. O tarihe kadar Taliban ile mücadele eden ordu neredeyse kendisini feshetti. Abdülgani Birader, Doha’dan Amerikan yapımı C-17 kargo uçağıyla Afganistan’a uçarken, Afganistan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı Eşref Gani, bir diğer ABD müttefiki, Katar’ın komşusu BAE’ne doğru yola çıkıyordu.

AFGANİSTAN’DAN KALAN

ABD emperyalizmi açısından Afganistan’ın küresel sistemdeki yeri istikrarsızlık olarak belirlendi ve 20 yıldır izlenen politikanın ana ekseni bu oldu. Bunun için bütün koşullar mevcuttu ve bunlar bir şekilde ayakta tutuldu. Artan uyuşturucu üretimi ve ticareti, radikal İslamcılık ve etnik ve aşiret yapılarının sürekliliği ve sağlam bir ekonomik altyapının bulunmaması. İster ABD/NATO işgali altında, ister Taliban yönetimi altında olsun, bu tablodan istikrar çıkmayacağını anlamak için büyük stratejist olmaya gerek yok. Ekonomisi uyuşturucu ve dış yardım üzerine kurulu, günlük hayatın rüşvet çarkıyla işlediği, kurumların oluşmadığı bir siyasal sistemin işlemeyeceği, onu ayakta tutan işgal gücünün çekildiği an yıkılacağı, yerine gelen Ortaçağ zihniyetinin ise bunun üzerine yapıcı hiçbir şey koyamayacağı yeterince açık. El Kaide’nin, IŞİD-Horasan’ın ve diğer radikal İslamcı örgütlerin varlığını sürdürdüğü, bunların yanında yenilenmiş Taliban’ın ılımlı kaldığı bir Afganistan’da gelecekteki istikrarsızlık kaynağının ne olacağı ABD çekilirken gerçekleşen patlamayla kendisini gecikmeden gösterdi. ABD’yi yenen aklın nasıl olup da, kendisini tanımayan ve çatışan IŞİD militanlarını ele geçirdiği hapishanelerinden serbest bıraktığını birinin açıklaması gerekiyor. Bir ülkeyi ayakta tutan eğitimli insanların ülkeden kaçtığı, nüfusun yarısını oluşturan kadınların hayattan dışlandığı, dış ekonomik desteğin kesildiği bir ülkede istikrar olması çok zor. Böyle bir Afganistan’ın Çin ve Rusya’ya da faydası yok. Onlar da, kendilerine gelebilecek zararı en aza indirmenin derdindeler.

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesini yenilgi olarak görenlerin anti-emperyalist, bunun bir siyaset değişikliği ya da uzun vadeli plan çerçevesinde yapılmış bir hamle olduğunu savunanların Amerikancı olarak tanımlanması gibi bir tavrın gereksiz olduğunu belirtmeliyim. ABD’yi yenilgiye uğrattığı söylenen Taliban’ın 1980’lerden bu yana ABD ve onun sadık müttefiklerinin yörüngesinden çıkmadığı; finans sağlama, siyasal ilişki, koruma-kollama, istihbarat vs. gibi yol ve araçlarla hep geniş ABD müttefikleri ailesi tarafından el altında tutulduğu, bazen yendiği, bazen yenildiği ama son kertede hep emperyalizmin hizmetinde olduğunu akılda tutmakta yarar var. Öyle ki, S. Arabistan, BAE, Katar ve Pakistan gibi ülkeler, bazen Taliban içindeki klikleri, bazen farklı radikal İslamcı grupları destekleyerek rekabet edebiliyorlar. ABD’nin Körfez’deki en büyük üssünün bulunduğu Katar’da yaşayan bir liderliğin anti-emperyalist mücadele yürütüp ABD karşısında zafer kazanmasına ve bunu da Kabil’de CIA başkanıyla görüşerek taçlandırmasına tanık olmak bize düştü.

Tüm yazılarını göster