Bu köşeyi takip eden okuyucu, bu başlığı görünce şaşırabilir. Zira geçmişte çeşitli vesilelerle Daron Acemoğlu hocanın özellikle Türkiye’deki hakim siyasi okumalarda kullanılan kurumsalcı yaklaşımını eleştirmiştim. O zaman bu başlık nereden geliyor diye düşünülebilir. Acemoğlu’nun bu hafta başında, Project Syndicate sitesinde yayınlanan ve ‘Demokrasi İşçi Yanlısı Olmazsa Ölecek’ (If Democracy Isn’t Pro-Worker, It Will Die) başlıklı yazısının işaret ettiği ilgimi çektiği için bu haftaki yazıyı bu konuya ayırdım.
Bu köşeyi takip eden okuyucu hatırlar, Avrupa Parlamentosu seçimleriyle ilgili olarak geçtiğimiz haftaki ‘Aşırı Sağın Yükselişinin Ekonomi Politiği’ başlıklı yazıda, esas olarak aşırı sağın yükselişinin kökeninde neoliberalizmin krizi olduğunu ileri sürmüştüm. Acemoğlu benzer bir çerçeveden hareket ederek şu görüşü savunuyor: ‘Demokrasinin halkın desteğini ve güvenini yeniden kazanabilmesi için daha fazla işçi yanlısı ve eşitlikçi olması gerekmektedir’. Katılıyorum, Acemoğlu haklı.
Aşağıda kısaca Acemoğlu’nun Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrası durumla ilgili değerlendirmelerine değindikten sonra, bu çerçeve ile Türkiye’ye bakarsak ne görebiliriz sorusunun yanıtlarına değineceğim. Acemoğlu’nun ifadesini kullanırsak soru şu oluyor: Türkiye’deki demokrasi neden ‘öldü’?
SOLSUZLUK ‘HASTALIĞINA’ YAKALANAN DEMOKRASİ
Acemoğlu yazısında Batıda demokrasinin aşınmasının gerisinde ekonomik yavaşlama, reel ücretlerin anlamlı bir şekilde artmaması ve bu ortamda gelir eşitsizliklerinin daha da artması gibi etkenlerin önemli olduğunu belirtiyor. Bu yaklaşıma göre özellikle, düşük ve orta gelirli kesimlerin gelirlerinde artış olmaması, ekonomik hayal kırıklıklarını artırarak popülist ve otoriter hareketlere destek sağlıyor.
Acemoğlu, aşırı sağın yükselişi karşısında merkez partilere küresel iş dünyasına ve kuralsız küreselleşmeye körü körüne bağlılığı reddeden bir politika tasarlayarak, gelir eşitsizliklerini azaltmayı hedefleyen uygulanabilir bir plan üzerinde çalışmalarını tavsiye ediyor.
Acemoğlu’nun bu yorumu, şu formülasyona yakın gibi görünüyor: Teknokratik neoliberal politikalar işçi sınıfının siyasi ve kurumsal gücünü tasfiye edip piyasa reformlarını derinleştirdikçe, buna karşı gelişen tepkiler milliyetçi-muhafazakar güçler tarafından örgütlenebiliyor. Eğer sorun buysa bu sorunun çözümü, siyasi demokrasinin ekonomik demokrasiyle desteklenmesi, yani Acemoğlu’nun deyimiyle ‘işçi yanlısı ve eşitlikçi’ olması gerekiyor.
Buraya kadarki değerlendirmeler, eski usul sosyal demokratları şaşırtmayacaktır. Zira onların kurmak istedikleri ‘sosyal’ demokrasi, siyasi özgürlükler yanında ekonomik demokrasiyi de içeriyordu. Neoliberal çağda yaşadığımız, ekonomik demokrasinin tasfiyesi ve bunun sonuçlarıdır.
Bu yaklaşımı şematik olarak özetlersek; teknokratik neoliberalizmin yarattığı sorunların sağ popülist ya da aşırı sağcı siyasetleri iktidara taşıdığını söyleyebiliriz. Peki bu şema sadece ABD ya da Avrupa’da mı geçerli, yoksa genelleştirilebilir mi? Küresel Güney’deki otoriterleşme tartışmalarının kolaylıkla bu şemaya eklenebileceğini düşünüyorum. Gelin bu çerçeveden Türkiye’ye bakalım ve görüneni kısaca özetleyelim.
İKİ AKP ANLATISI
Türkiye’de yakın tarihi özellikle AKP’li yılları nasıl ele almalıyız sorusunun ana akım yanıtı iki AKP anlatısı üzerine oturur.
İlk AKP, Kemalist vesayetçi kurumların baskısına ya da ceberut devlet anlayışına karşı demokratikleşmenin önemli bir aktörü olarak görülür. Hatta AKP’nin dayandığı dindar/muhafazakar sermaye gruplarının, devlet desteğiyle büyümüş İstanbul burjuvazisine karşı otantik burjuvaziyi temsil ettikleri ve bu otantik burjuvazinin de Türkiye’deki demokratikleşme adımlarının itici gücü olduğu vurgulanır. Bu anlatıya göre 2000’lerin başında adeta bir ‘burjuva demokratik devrimi’(!) yaşanmıştır.
İkinci AKP ise, ilkinin tam tersi şekilde, yani otoriterleşmenin temel aktörü olarak görülür. 2000’lerin başında demokratikleşmenin itici gücü olarak görülen otantik burjuvazi, bu anlatıda birdenbire dönüşüm geçirerek (!), yandaş sermaye halini alır ve otoriterleşmenin destekçisi olarak tasvir edilir. İkinci dönemde demokratikleştirici güç yine sermayedir. Ancak bu sefer 2000’lerin başındaki devlet desteğiyle büyümüş bir grup olarak etiketlenen İstanbul burjuvazisi, ikinci dönemde evrim geçirerek yandaş olmayan sermaye grubu olarak demokratikleşmenin destekçisi olarak betimlenir.
Ve daha da ilginci, ilk AKP’den ikinci AKP’ye neden ve nasıl geçildi soruları, yani otoriterleşmenin mekanizmaları, birkaç istisna dışında, neredeyse hiç ele alınmaz.
PİYASA OTORİTERLİĞİNE KARŞI OTORİTER POPÜLİZM
Eleştirel siyasal iktisat yaklaşımından hareket eden analizler ise, yukarıdaki anlatıdaki ilk AKP’yi demokratikleştirici bir özne olarak görmezler. Bu yaklaşıma göre 2000’ler, 1980’de kurulmaya çalışılan, ancak 1990’lardaki işçi mücadelesi ve toplumsal hareketlerin itirazları nedeniyle duraklayan neoliberal otoriter devlet biçiminin kurumsallaşması olarak değerlendirilir. Teknokratik kurumların inşası, özelleştirmeler ve emek piyasası reformları ile esnekleştirilen çalışma hayatı, bırakın demokratikleşmeyi, demokratikleşmenin altının oyulduğu bir ekonomi-politik iklim yaratmıştır.
Yani, Acemoğlu’nun formülasyonunu takip edersek, başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi ‘işçi yanlısı ve eşitlikçi’ olmadığı için ölüyor.
AKP’nin ilk dönemi, karar alma süreçlerinden emeğin sistematik bir şekilde dışlandığı ve yeni teknokratik devlet yapısının büyük sermayenin ayrıcalıklı merkezleri haline geldiği bir piyasa otoriterizmi dönemidir. Bu dönemde otoriter bir çalışma hayatı inşa edilmiştir. Alt sınıfların siyasete müdahale kanalları ve kurumsal müdahale mekanizmaları ortadan kaldırılmıştır. Ancak ekonominin siyasetten ayrıştırıldığı bu teknokratik yönetim şekli, ekonomik büyüme sürdüğü sürece uygulanabildi. 2008 küresel krizi sonrasında ekonomik büyümenin sürekliliğinde sorunlarla karşılaşıldığında, oluşturulan teknokratik-otoriter yapı, diğer ülkelerdekine paralel olarak çatırdamaya başladı.
Yaşananlar Türkiye’ye has değil. 2000’li yıllardaki piyasa otoriterizmine dayanan rejimler, 2008 krizi sonrasında otoriter popülizmlere dönüşüyor. Örneğin Hindistan ve Polonya’da bu değişim, farklı siyasi aktörlerle gerçekleştiği için daha belirgin. Türkiye’de her iki dönemin taşıyıcısı da AKP olduğu için kafalar karışabiliyor. Ama iki farklı AKP’ye yakından baktığımızda gördüğümüz, bu genel eğilimin taşıyıcısı olarak da farklılaştığıdır.
Konuyu Acemoğlu’nun yazısına dönerek bağlayayım. Teknokratik neoliberalizmin yarattığı tahribatın sağ popülist ya da aşırı sağcı siyasetleri iktidara taşıdığı; buna karşı ise işçi yanlısı ve eşitlikçi bir demokrasi talebi ile mücadele edilebileceği sabit ise, Acemoğlu hoca Türkiye’deki muhalefete nasıl bir strateji önerir, merak ediyorum doğrusu.