Geçen gün dolgu için dişçiye gittiğimde, mağrur bir tavırla narkoz almayı reddederken yeniden fark ettim: benim acı eşiğim yüksek. Yani, benim acıyı/ağrıyı hissetmem ve dayanamayacak seviyeye gelmem, başkalarından daha geç oluyor. Daha dayanıklıyım yani ağrı/acı karşısında. Sabah doğum yapıp, öğleden sonra bebeğimi kucağıma alıp koridorda turladığımı söyleyeyim size.
Acıya dayanıklılığım bu örnektekinden farklı olarak, iradem dışında da bir gösteriye dönüşebiliyor. Şöyle: kimselerin elinde tutamadığı sıcak nesneleri çok zorlanmadan tutabildiğimde veya başka insanları yataklara düşüren, krizlere sürükleyen tıbbi müdahaleleri korkarak ama acıdan, ağrıdan hiç şikayet etmeden atlattığımda bazen takdir, bazen de şaşkınlıkla karışık bir hoşnutsuzlukla karşılaşıyorum.
Yıllardır bu acı eşiği meselesi üzerine düşünürüm. Acıya dayanıklılığımı bir zafer karinesi gibi tenimde taşıyor olmam gerçekten fizyolojik olarak bu melekeye sahip olmamın haklı gururu ve avantajı mı, yoksa hiç de sağaltıcı olmayan kültürel ve sınıfsal bir dayatma mı? Bu soru zihnime ilk kez, elimdeki dövmeyi gören bir arkadaşın merakıyla hücum etti. "Nasıl cesaret ettin bu kadar acı verici bir şey yaptırmaya?". Hemen cevabı yapıştırdım: "Benim acı eşiğim yüksektir." Gururla ve biraz da şımarıklıkla verdiğim cevap bireysel tecrübemin sınırlarını aşan bir dayanıklılık imtihanı hakkında düşündürdü beni. Toplumun geniş bir kesiminin girdiği imtihandı acıyla sınanmak. Geçen yazıda bahsettiğim bu sürekli sınanma hali idi belki de bizi dayanıklı hale getiren, güçten düşmemizi önleyen, gözümüzden yaş gelse de bunu feryada dönüşmeden içimizde boğan.
Başkalarının tecrübelerini bilemem tabii ama orta sınıfta, o sınıfın ahlaki muhafazakarlığının ikliminde yetişen bir çocuk, bir genç için mızmızlık, sinamekilik olarak nitelendirilen bir şeydi acı karşısında diz çökmek. Ve büyükler için en tahammülfersa şeydi. Daha çocukken, ellerinde koca siyah çantaları, kirli beyaz önlükleriyle okula gelip bizi koridora dizen, önlüklerimizin kollarını omzumuza kadar sıyırmamızı buyuran, sonra da ellerindeki şırıngayı özensizce kolumuza saplayan doktor amcalar, teyzeler karşısında gönül rahatlığıyla sinir krizi geçiren, kaçıp tuvalete saklanan, hatta bayılanlar üst sınıftan çocuklardı. Benim zamanımda sınırlı sayıda özel okul vardı ve şehrin iyi devlet okullarında sınıfsal heterojenlik hakimdi. Dolayısıyla sınıf çatışması elle tutulur haldeydi. Başka hayatları hayret, haset ve bazen de hınçla izleyebiliyordunuz. Onlar da sizin nazarınıza tiksintiyle karşılık verebiliyorlardı. Öğretmenlerin önemli bir kısmı dahi, kendilerini hediyeye boğan, eli yüzü düzgün, Converse ayakkabılı bu üst sınıf çocuklarına daha özenli davranırdı. Haliyle, aşı sırasında kriz geçiren o nazlı çocuklar da rahatlıkla kendilerini öğretmenlerin müşfik kucaklarına bırakıverirlerdi. Alt sınıftan, çoğunun babası lüks apartmanlarda kapıcı olan çocuklarlarla biz memur çocuklarının derileri manda gönü, onların kanı ise maviydi. Bizim kendimizi bırakıverme hakkımız yoktu. Biz dayanıklı olmak zorundaydık. Koro çalışmasında kısa boyumuza rağmen en arkaya yerleştirilir, sahnede bir konuğa çiçek verileceğinde akla gelmezdik. Bizim bahçeden topladığımız çiçekler muteber olmaz, o zamanın gözdesi jelatin ambalajdaki glayöller itibar görürdü.
Acıya dayanıklılık, yorgunluğa, baskıya, hezimete, zulme dayanıklılığa dönüştü çoğumuz için. Daha çok çalışıp daha az kazanmak; liyakate göre işlemeyen terfi süreçlerinin en alt basamağında takılıp kalmak; zalime başkaldırmak yerine başını kollarınla sararak darbelerin acısını hissetmemeye çalışmak... Sinmeyi, yutmayı, görmezden gelmeyi, dayanmayı, idare etmeyi telkin eden bir sınıfsal acı eşiği tenimize ve ruhumuza yapışıp kaldı. Hizayı bozmamak, tenkit edilmemek, ayıplanmamak gerekiyordu. Elindekiyle yetinmek önemliydi. Canının yandığını söylemek çığırtkanlıktı. Başkalarının yanında ağlanmaz, zayıflıklar teşhir edilmezdi. Orta sınıf ahlakının yaralarını saklamak yönündeki telkinleri, daha fazla yaralanmayı, seni yaralayandan hesap sormayı kendine yakıştıramamayı beraberinde getirdi hep. Böyle olunca güçten düşmek, nazlanmak, yardıma muhtaç duruma gelmek, dışlanmak korkusu emeğimizin sömürülmesine, hakkımızın yenmesine, kalbimizin kırılmasına sebep oldu. Ana-babamızın ve onlarınkilerin de yaptıkları gibi yaraları saklayıp kendimizi avutmak zorunda kaldık.
Oysa bıçağın kemiğe dayandığını ve o keskin uç deriyi zorladıkça canımızın çok yandığını haykırmak gerekiyormuş. Ağrı/acı eşiği denilen şey, fizyolojik olmaktan öte bir şeymiş. Politikmiş. Sınıfsalmış. Kültürelmiş. Canının yandığını söylemeyenin canı yaşadıkça hep yanarmış.