Acı, tutku ve neşe: Yaşasın futbol, yaşasın Messi, yaşasın Arjantin!

Messi'nin Dünya Kupası'nı kazanarak kanıtlayacağı bir şeyi yoktu. Ama bizim onu bu kupayı öperken görmeye çok ihtiyacımız vardı. Ve işte, sonunda bizim kuşağımızın da anlatacak bir Arjantin şampiyonluğu var. Hem de ne şampiyonluk. Ne mutluluk. 

Onur Özgen oozgen@gazeteduvar.com.tr

Her şey çok kolay gidiyor gibiydi. Bir Dünya Kupası finali için ve bilhassa Arjantin için gereğinden fazla kolay. Fransa’nın ilk yarı boyunca tek bir şutu yoktu. Ceza sahasında bir kez bile topla buluşamamışlardı. Ve Arjantin tabelada iki farkla üstündü. Sahadaki üstünlüğü ise çok daha farklıydı. 

Son şampiyonu sahadan silmişlerdi. Lionel Scaloni’nin eleme turlarında her rakibe karşı ayrı bir sürprizi vardı. Hollanda’ya karşı üçlü savunma, Hırvatistan’a karşı dört orta saha; Fransa’ya sürprizi de Angel Di Maria olmuştu. Sol kanatta Lionel Messi’nin paslarının değerini bilecek biri vardı artık. 

On beş dakika içinde Fransa savunmasını yok etti. Önce Messi’nin penaltı golünü kazandı, ardından ikinci golü attı. Daha top ağlarla buluşur buluşmaz Dünya Kupası finallerinde atılmış tüm goller arasında bir klasik hâlini aldı. Pas, pas, kontrol, pas, pas, pas ve şut. Yedi dokunuş, on saniye ve gol. Eski deyimle harika bir kontratak golü, yeni tabirle bir geçiş hücumu harikası. Hem de zamanlar arası bir geçiş. 1970 finalinde Carlos Alberto’nun golünün yeniden canlandırılması gibi. Geleceğe dönüş.

BİR TUHAFLIK OLDUĞU BELLİYDİ

Arjantin iki farklı üstünlükten sonra da geri çekilmedi. Fransa’ya karşı daha önce hiçbir rakibin basmadığı kadar önde bastılar. Topu istiyorlardı, Fransa ise tam tersi. İlk düdükten itibaren çekingen ve panik hâlindelerdi. Sanki son dünya şampiyonu Arjantin’di, otuz altı yıldır kazanamayan kendileriydi.

Didier Deschamps gördükleri için bu kadar yeter dedi ve ilk devrenin bitmesine beş dakika kala iki değişiklik yaptı: Olivier Giroud ve Ousmane Dembélé çıktı, Marcus Thuram ve Randal Kolo Muani girdi. Başka bir deyişle, iki deneyimli çıktı, iki tecrübesiz girdi. Bu aynı zamanda bir Dünya Kupası finalinin ilk yarısında bir takımın yaptığı ilk iki oyuncu değişikliğiydi.

Vaziyetteyse yine bir değişiklik yok gibiydi. İkinci yarıda da kontrol Arjantin’in elindeydi. Fransa ilk isabetli şutunu ancak 70. dakikada Arjantin kalesine gönderebildi. 

Ama bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Bu kadar kolay olmamalıydı. Arjantin hiçbir şeyi bu kadar kolay kazanamazdı.

Ve sonra Kylian Mbappé ortaya çıktı. Diego Maradona, Pelé’ye rakip olamamıştı. Ama modern Pelé, Maradona’nın halefinin karşısına dikilmişti işte. Her şey iki dakika içinde oldu. Bir penaltı, bir verkaç ve işte bu kadar. İki dakikada ortalık yangın yerine döndü. Tıpkı 1986 finalindeki gibi. 2-0’dan 2-2. Arjantin yine üçüncü golü bulabilecek miydi? Bulacaktı, evet. Ama bu defa bizi çok daha iyisi bekliyordu. En iyisi. Daha önce görülmemiş kadar iyi. 

KUSURLULUĞUN GÜZELLİĞİ

80. dakikadan itibaren, tam kırk dakika boyunca harika bir futbol maçı seyrettik. Seyrederken bir yandan daha önce bu kadar harikasını seyretmiş miydik diye düşünürken bulduk kendimizi. Harikaydı, çünkü kusurluydu. Kusurlu olduğu için harikaydı. Birçok hata vardı maçta, oyuncular tamamen özgürdü, zihinleri ve bedenleri ve ayakları serbestti, orta sahalar boşalmıştı, alanlar ve zamanlar ve imkânlar olabildiğince genişlemişti. 

Her şeyin taktikler üzerinden belirlendiği, genellikle daha çok önlem alanın ve daha az hata yapanın kazandığı, bu yüzden risk almaktan mümkün olduğu kadar kaçınıldığı modern futboldan eser yoktu sahada. Kusurluluğun güzelliği vardı. İki takım da insan hatasını özgürce kabul ediyordu. Futbolu büyülü bir oyun yapan şey de buydu.

Uzatmalarda iki takım da maçı kazanabilirdi. Fransa’nın kazanmasına Emiliano Martinez’in ayakları, Arjantin’in kazanmasınaysa Lautaro Martinez’in ayakları engel oldu.

Penaltılar sonundaysa kazanması gereken kazandı. Bu herkesten önce Messi’nin kupasıydı. Bunu her an hissettirdi bize. Nahuel Molina’ya yaptığı asistle, Josko Gvardiol’u mahvetmesiyle ya da Louis van Gaal’in üzerine yürümesiyle. Yeterince Arjantinli olmamakla, Avrupalı olmakla eleştirilip durmuştu bugüne kadar. Ama bu kupada herkesten daha Arjantinliydi. Buraya o kupayı almaya geldiği her hâlinden belliydi.

Aslında Dünya Kupası'nı kazanarak kanıtlayacağı bir şeyi yoktu. Ama bizim onu bu kupayı öperken görmeye çok ihtiyacımız vardı. Ve işte, sonunda bizim kuşağımızın da anlatacak bir Arjantin şampiyonluğu var. Hem de ne şampiyonluk. Ne mutluluk. 

Ve bu her şeyiyle bir Arjantin galibiyetiydi. Arjantin’in Arjantin’e karşı zaferi. Bir şeyi elde etmek için çabala, tam elde etmek üzereyken her şeyi mahvet, sonra tekrar çabala, yine kazanmak üzereyken bir kez daha bir çuval inciri berbat et ve tekrar çabala. Arjantin’in kazanma yolu budur. Bir şeyi istiyorlarsa onun için mutlaka savaşmaları gerekir. İster kazansınlar ister kaybetsinler, önce acı çekmeleri gerekir. Bu yüzden herkesten daha tutkululardır. Acının insana kattığı değeri, acıdan geçmeyen şarkıların biraz eksik olduğunu en iyi onlar bilirler. Bu yüzden herkesten daha neşelilerdir. 

YARIN NE KADAR SÜRECEK?

Arjantin’in 1978’deki ilk Dünya Kupası şampiyonluğunun mimarı Cesar Luis Menotti, maçın ardından telefonla katıldığı bir Arjantin televizyon kanalına, “Biraz mutluluğa ihtiyacımız vardı ve bize birkaç günlüğüne neşe verdiler” dedi. Birkaç günlük neşe mi? Gerçekten mi?

Yunanların büyük sinemacısı Theo Angelopoulos, zamanın bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuk olduğunu, filmlerinde karakterlerin zaman ve mekân içinde, sanki zaman ve mekân yokmuşçasına yolculuk ettiklerini söyler ve en önemli sorunun şu olduğunu belirtir: “Yarın ne kadar sürecek?” Cevap ise sonsuzluk ve bir gündür. 

Messi’nin Dünya Kupası’nı öptüğü, elinde kupayla arkadaşlarının omuzlarında taraftarları selâmladığı o anların da bir zamanı ve mekânı yok artık. Arjantin halkına ve futbolu gerçekten seven herkese verdiği o birkaç günlük neşeyse kalplerde ve anılarda sonsuza kadar asılı kalacak. 

Tüm yazılarını göster