"Harici Bellek yayında! Açık Radyo’da Açık Dergi’nin içindesiniz. Bendeniz Murat Meriç, başlamadan önce, tüm dinleyenleri en içten duygularımla selamlıyorum. Hoş geldiniz…"
Bu cümleler, 7 Mayıs 2019’dan bu yana, her salı, 19.30’da Açık Radyo mikrofonları aracılığıyla dinleyiciye ulaşıyor. Benim açımdan heyecanlı, çünkü her hafta yeni bir izlek üzerinden 28 dakikalık bir programı hazırlıyor ve sunuyorum. Her seferinde yeni bir şey yapmak istiyorum ve "başka türlü bir" program için çabalıyorum. Yaptığım en heyecanlı iş bu ve bitirdiğim an, bir sonraki haftayı düşünmeye başlıyorum. Bir dönem, bunu Duvar için de yapıyordum: Pazar günleri bu gazetede yayınlanan yazılarımı yazarken aklımda sonraki haftalarda yazacaklarım dolanıyordu. Yorucu ama bir o kadar güzel. Çok zamandır bunu yapmıyorum ama artık sonlandırma, eski heyecanları diriltme zamanı geldi. Küçük bir ara vermiştim, bu haftadan itibaren her pazar yeni yazılarımla yine Duvar'dayım.
Hafta başında, bu hafta ne yazacağımı düşünürken aklımdan bir sürü şey geçti ama birinde sabitlendim: Fatih Akın’ın unutulmaz filmi "Crossing the Bridge / İstanbul Hatırası", yenilenmiş kopyasıyla 5 Temmuz’da MUBI aracılığıyla izleyicisiyle buluştu. Filmi, geçtiğimiz günlerde Ayvalık’ta yapılan bir özel gösterimde izledim ve sonrasında ASKEV çatısı altında o günleri, o günlerden kalanları anlattım. Buradan yola çıkarak, İstanbul’un yirmi yıllık değişimini anlatmaya niyetlenmiştim ama salı günü gündemin ortasına düşen bir haber, bu yazıyı yazmamı ertelememe sebep oldu.
Gelişmeleri takip etmişsinizdir; ben tek cümlede özetleyeyim: RTÜK, Açık Radyo’nun yayın lisansının iptaline karar verdi. Karara ve buna bağlı olarak yapılan açıklamalara başta Açık Radyo’nun sitesi (acikradyo.com.tr) olmak üzere pek çok yerden ulaşabilirsiniz, tekrarlamaya gerek yok. Ben, bu yazıda, Açık Radyo’dan ve bugüne kadar yaptıklarından söz etme niyetindeyim. Elbette özetin özeti olacak bu çünkü sadece programcıların adını saymaya kalksam bu yazının sınırlarını bir hayli aşarım.
Açık Radyo’yla büyüyen kuşaktayım. 94.9, içinde bulunduğum bu kuşak için ufuk açıcı bir parola. Ulaştığınız anda, kainatın bütün sesleri önünüze seriliyor. Sahiden böyle. Hiç bilmediğim bir sürü şeyi Açık Radyo sayesinde öğrendim -ki geç dinlemeye başlayanlardanım. Kurulduğu dönemde Ankara’daydım ve dinleyemediğim için hayıflanıyordum. Kısa İstanbul seyahatlerimde ibreyi bu frekansa getiriyor, az zamanda çok şey başarmaya çalışıyordum. Kadrosu rüya gibiydi: Dinlemek, öğrenmek istediğim her şeye dair bir program vardı ve bunlara erişimim sınırlıydı. İlerleyen yıllarda internet sayesinde bu sınır kalktı. Bu arada ben radyoya temas ettim ve aramızdaki bağı güçlendirdim. Sonrasında, programcıları arasına da girdim. Açık Radyo zaten benimdi, iyice benim oldu.
Boşuna kurulmuş bir cümle değil bu. Açık Radyo bizim/biziz ya da başka bir deyişle söylersek biz Açık Radyo’yuz. Bu yüzden, verilen bu karar, bizi de bağlıyor. Susturulmak istenen sadece bir radyo değil, biziz. İnsanları (ve hatta bütün canlıları) ötekileştirmeyen, her türlü fikre ve düşünceye saygı duyan ve onların dillendirilmesi için her koşulda ve her cephede savaşanlarız. Farklı fikirlere ve bunların seslendirilmesine karşı olanlar önümüze engeller koysa da yolumuzdan sapmadan ilerliyoruz.
Açık Radyo'ya temas ettiğim yer, enteresandır Harbiye’deki Askeri Müze. 1997 yılında Pozitif işbirliğiyle bir şenlik düzenlenmişti ve ben bu şenliği izlemek üzere rotamı heyecanla İstanbul’a çevirmiştim. Göksel’den Kazancı Bedih’e, Kardeş Türküler’den Serdar Ateşer’e sevdiğim ve merak ettiğim pek çok isim bu şenlikte sahne almıştı. Dahası, İlhan Mimaroğlu o şenliği ziyaret etmişti -ki onunla yan yana gelmek, iki satır olsun konuşmak ve fotoğrafını çekmek inanılmazdı. Açık Radyo’nun hayatıma kattığı ilk heyecan! Yıllar sonra, Mimaroğlu aramızdan ayrıldığında Açık Radyo stüdyosunda onun plaklarını döndürmüştüm.
İki yıl art arda yapılan İstanbul Müzik Şenliği (tuhaf bir sansür meselesi yüzünden) üçüncü kez yapılamadı ama oradan kulağımıza dolan sesler hâlâ hayatımızda. İlk yıl hazırlanan şahane kitapçığın açılış yazısının başlığı şöyleydi: "Yedi düvelden insan gösterinin parçası olsun!" Tam da hayallerdeki radyo gibi. Yazı, üç anahtar kelime (müzik, katılım, eğlence) üzerinden ilerliyor ve şöyle bitiyordu: "Bu üçünden de tek bir kelime çıkıyor zaten: Şenlik." Bir yıl sonra, bu kelimelere bir yenisi eklenmişti: Dokunma. Açık Radyo’un yaptığı tam da buydu işte. Bize dokundu ve bu temas hepimizi büyüttü.
Açık Radyo’yla gerçek temasım yani stüdyosuna girdiğim gün, 3 Şubat 1999. Barış Manço’nun defnedildiği gece yarısı Gökhan Akçura ve Deniz Pınar’ın hazırladığı "acayip" program King Kong’a konuk olmuş, Manço tarihinin "acayip" plaklarını çalmıştım. King Kong, yapımcılarının deyişiyle "tarifi zor bir program"dı. 1998 yılının 5 Kasım günü yayınlanmaya başlamıştı ve ben, ilk programa, stüdyo dışından Demirel plaklarımla katılmıştım. Gökhan’ın hazırladığı "sesli sazlı Süleyman tarihi" bölümünde yaptığı anons dün gibi aklımda: "Bunlar dumanı tüte tüte bu sabah Ankara’dan geldi, koleksiyoncu arkadaşımız Murat Meriç’ten." Açık Radyo mikrofonlarında adımı ilk duyuşum!
Açık Radyo’nun kuruluş tarihi, 1995. Radyonun 20. yılında (Aralık 201’te) Encore Yayınları tarafından Açık Radyo Kitaplığı’nın üçüncüsü olarak yayımlanan 'Açık Radyo Konuşuyor / İlk Yirmi Yıl' başlıklı bir kitap var. O güne dek yapılanların küçük bir özeti, bir Açık Radyo almanağı. Radyonun sırrı, sunuş yazısının ilk paragrafında açık ediliyor: "Açık Radyo’nun bir ırmak gibi akan kesintisiz anlatısı bundan 20 küsur yıl önce, daha en baştan ortak olmak suretiyle onu bir ‘müşterek’e dönüştüren 92 kurucu ortağı, bin 145’e ulaşan gönüllü programcıları, 12 yıldan beri radyo ile büyük bir dayanışma gösteren ve sayıları da 9 bin 500’ü aşan destekçi-dinleyicileri ve bir de, bunca zamandır karınca gibi çalışan genç ve dinamik personeli sayesinde mümkün olabilirdi ancak."
Kitap, "Açık Radyo’ya göre Dünya" olarak tarif edilmiş -ki içinde radyoya dair her şey var; sesler hariç değil. Karekodlar aracılığıyla sözü geçen programlara ulaşmak mümkün. Radyo tarihinden söz edilirken elbette manifesto unutulmamış. "…Eğlenemiyoruz!" serzenişiyle başlayan Açık Radyo Manifestosu (https://acikradyo.com.tr/acik-radyo-manifestosu) Haziran 1995 tarihli. Üzerinden neredeyse 30 yıl geçmiş. Okuduğumuzda değişen hiçbir şey olmadığını görüyoruz. Değişim varsa da olumsuz yönde: Her şey artık daha sıkıcı, daha vasat ve hepsi sahiden büyük bir kakafoninin kaynağı. Bunca gereksiz ses arasında Açık Radyo’un susturulmak istenmesi iyi daha da vahimleştiriyor.
Manifestonun son cümlelerinden biri şu: "Haysiyetli işler yapmak lazım." Açık Radyo hep bunu yaptı işte. Sadece programlarıyla değil, düzenledikleri etkinlikler, yayımladıkları (ya da yayımlanmasına vesile oldukları) kitaplar ve daha nicesiyle… Manifestonun ucuna eklenen, amaçlar ve ilkelerin açıklandığı paragrafın son cümlesi gerçek oldu: Açık Radyo, sahiden "Dünyanın en kaliteli ve heyecan verici mecralarından biri". Susturulmak istenen, bu.
İlk Açık Gazete’nin yayın tarihi, 13 Kasım 1995. Ömer Madra’nın sonradan klasikleşecek "Merhaba kainat!" cümlesiyle açılan yayın, Cem Madra tarafından okunan Atatürk’ün başarı sırları ile sürmüş, Dünya Çocuk Kitapları Haftası’ndan kayak mevsimine, Neşet Ertaş’tan Sex Pistols’a uzanan bir akışla bitmişti. Sonrasında kainat önümüze serildi.
Şüphesiz arada kesintiler de oldu. Bu, ilk müdahale değil. Açık Radyo’nun yayını, 2000 yılının Eylül ayında yayınlanan bir program bahane edilerek 15 gün boyunca susturuldu. Charles Bukowski’nin 'Kasabanın En Güzel Kızı' kitabı okunuyordu ve bu, birileri tarafından "genel ahlak, toplum huzuru ve Türk aile yapısına aykırı" bulundu. Radyo, ceza onlara tebliğ edildiğinde şahane bir refleksle yayına devam etti; 2002 yılının 15 Ocak günü şu anonsu duyduk: "Şimdi değerli bestecimiz Hasan Ersel'in eserine kulak verelim: 'John Cage'in 4 Dakika 33 Saniye Sessizlik Eseri Üzerine Çeşitlemeler'. İcra Eden: Açık Radyo Senfoni Orkestrası…"
O arada gelen dinleyici mektupları, radyonun gücüne güç katan ifadelerle doluydu. Buket Uzuner, desteğini şu cümlelerle ifade ediyordu: "Türkiye’in en fazla gereksindiği ve ne yazık ki en bağnaz olduğu konulardan biri olan çokseslilik açığını zarif ve esprili bir estetikle ve hünerle kapatmayı sürdüren Açık Radyo’nun sansürlenmesini tehlikeli, yanlış ve anlamsız bir karar olarak görüyor, protesto ediyorum." Bugün de aynı cümleleri kurmak mümkün. Belki de daha fazlasını kurmak gerekiyor çünkü şu anda gerekli olan tek şey bu. Açık Radyo, dinleyicisinin desteğiyle büyüyor; bu hep böyle oldu.
2004 yılında yazılan "Açık Radyo Dinleyicisini Arıyor" başlıklı metin, bu anlamda bir kırılma noktası. Açık Radyo’un yıllardır başarıyla sürdürdüğü dinleyici destekli yayıncılık için yapılmış ilk çağrı bu. Sonrası, her yıl düzenlenen sürprizli yayınlar… Bu dönemler, hepimiz için şenlik dönemleri -ki zaten adı da Radyo Şenliği Özel Yayını. İçinde bulunduğumuz yılın 17 Mart günü, 21. kez düzenlenen bu şenliğe heyecanlı bir söyleşi ile katıldım ve 1995 yılının Aralık ayında hayatımda ilk söyleşimi yaptığım Şanar Yurdatapan’la mikrofon başına geçtim. Açık Radyo’nun hayatımdaki yeri bu yüzden de çok özel.
Dahasını saymak, anlatmak isterim ama burada yavaşlayayım, zira Açık Radyo anlatmakla bitmez. Meraklısı, Temmuz 2010’da "Yazı Kalır" üst başlığıyla basılan "Açık Kitap"ta bir sürü bilgiye ulaşabilir. Kitap, adı gibi açık: Açık Radyo’nun sitesinden ulaşılabiliyor. Yine de sona yaklaşırken küçük bir özet sunayım…
2008 yılında, "40. Yılında ’68" başlıklı bir kuşak Açık Radyo mikrofonları aracılığıyla dinleyiciye ulaştı: 1-29 Mayıs tarihleri arasında her gün yayınlanan 6 dakika 8 saniyelik programlardı bunlar ve dönemin tanıkları, yaşadıklarını anlatıyordu. Bu, ilk ve tek kuşak değildi. 6-7 Eylül olaylarından Gezi direnişine, darbelerden depremlere uzanan pek çok şey hazırlanan özel kuşaklar aracılığıyla dinleyiciye ulaştı. Özel programlar, cabası. Seslendirilen kitapları, sadece Açık Radyo mikrofonlarından dinleyiciye ulaşan "radyoya özel" şarkıları ve Noam Chomsky’den Neşet Ertaş’a, Arundhati Roy’dan Gülten Akın’a, Kâzım Koyuncu’dan Naomi Klein’a uzanan on binlerce konuğu saymıyorum bile… Daha ne olsun?
Açık Radyo’nun öncelikli ilgi alanı, gezegenin geleceği. Tam da bu yüzden, iklim değişikliğinden savaşlara kaygı yaratan konularda farkındalık yaratmak adına yapılan pek çok program var. Barış, şüphesiz hepimizin derdi. Ben programlarımı yıllardır şu cümlelerle bitiriyorum: "Barış tez zamanda gelsin, şarkılarımızı özlemini çektiğimiz yasaksız günlerde, hep birlikte söyleyelim."
Aslında söylenebilecek tek şey var: Açık Radyo’yu susturmak sadece bir radyo istasyonunu sessiz bırakmak anlamına gelmiyor. Hepimizin sesi kısılacak, kesilecek. Bu yüzden, Açık Radyo’un yanında olmamız şart. Bir kere daha: Açık Radyo bizim/biziz.