Acil iniş değil acil düşüş!

Ucundan kıyısından Güney Kore’nin diğer ülkelerle olan diplomatik ilişkilerine de değinen 'Acil İniş' bizce hedefini tamamen ıskalamış, acil iniş yapmaya çalışırken sert bir şekilde yere çakılan bir yapım! Bu ‘uçuş’ toplamda tam iki saat sürüyor. Sıkılmamamız için çok uzun bir süre!

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

‘Acil İniş’, 2020 yılında, dünyanın içinden geçtiği pandemi sürecinde çekilmiş ve bunu hiçbir şekilde saklamaya çalışmayan, aksine sonuna kadar kullanan hatta neredeyse senaryosunun ‘kalbi’ olarak oturtmaya çalışan bir film….

Hatırlanacağı üzere Covid-19 salgınıyla önce durma noktasına gelen sonrasında ise yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan sinema dünyası, bu süreçte uygulanan kısıtlamaları, önlemleri ve engelleri bir anlamda avantajlara çevirerek dram (‘Malcolm and Marie…) veya bilimkurgu (‘Oxygene’…) gibi birçok değişik türde yapımlar çıkardı. Hatta Nolan’ın iddialı filmi ‘Tenet’ bile dünyanın yaşadığı sağlık krizini açık açık dile getirmese de derinden yaşadığımız bu tehdidi hissettirmeye deniyordu.

‘Acil İniş’, bu salgını tamamen yanına alarak, üstelik bunu uçak gibi kapalı (ve tabii ki sınırlı) bir mekana ‘salarak’ bir kapalı mekan gerilim/macera yapımı olmaya çalışıyor. Ancak göreceli olarak ‘yeni’ türden bir tehlikeyle süslense de filmin mekan olarak uçak içi gibi daha önce çok işlenmiş bir yeri seçmesi bayat bir tat almamıza yol açarken, yönetmenin hikayesinin dramatik ve gerilimli altyapısına belli bir mizah katmak istemesi de senaryosunun içinden çıkılmaz tereddütlere sürüklenmesine ve kendimizi nereye bağlanacağı pek belli olmayan bir olayın içinde bulmamıza sebep oluyor.

Hikayeden kısaca bahsedecek olursak, Güney Kore’den Amerika’ya giden bir uçak, yolcular arasına sızmış ve uçağa ölümcül bir virüs salan bir teröristin saldırısıyla sarsılır. Hem uçuş ekibi hem de yolcular büyük bir panik yaşarken, ülkedeki (Güney Kore’deki) polisler de bu durumu çözmek için değişik yollar aramaya başlar.

COVID 19, BU VİRÜSÜN YANINDA HAFİF!

Koreli yönetmen Jae-Rim-Han’ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu ‘Acil İniş’in aslında merak ettiren bir yapısı en azından bir açılışı var: Giriş sekansında izlediğimiz hava alanı ve uçağa biniş sekanslarında bize tanıtılan ‘tekinsiz’ genç adamın planladığı saldırı belli bir gerilim yaratmayı başarıyor. Hava alanlarının ister istemez biraz ‘anonim’ ortamında üzerinden kötülük ‘akmayan’ bir karakterin filmdeki düşman olarak seçilmesi ‘Acil İniş’i Hollywood filmlerinden başka bir yere kaydırmayı başarıyor.

Aynı şekilde hikayenin tek koldan ilerlememesi yani sadece uçakta yaşanan olaylara saplanıp kalmaması ve bu olaylara paralel olarak yerdeki polislerin de çözüm arama süreçlerini göstermesi de senaryoya bir tempo katıyor.

Dolayısıyla çok şaşırtmasa da gerilim, macera, fantastik, korku ve polisiye gibi rekor sayılabilecek sayıda türü bir araya getiren daha doğrusu her birinden bir şeyler ödünç almış bu ‘hybrid’  film aslında çok yanlış bir niyet gütmüyor.

Esas olayın yani uçaktaki saldırının ve yarattığı salgının başladığı sekans ise daha çok korku ve ‘gore’ tarzı filmleri anımsatıyor. Şu anda dünyayı tehdit etmiş ve halen devam eden korona virüsten çok daha ölümcül ve şiddetli olan filmdeki virüs kurbanları/yolcuları yavaş yavaş ele geçirerek olabilecek en kanlı şekillerde öldürüyor. Hatta bu sahneler o kadar abartılı ki filmin bir virüs saldırısından ziyade adeta bir ‘zombi’ türüne dönüşebileceği endişesine kapılıyoruz. Fakat yönetmen bu kadar keskin bir dönüş yapmıyor.

MİZAHIN YERSİZ KULLANIŞI….

İyi kötü tutarlı bir yolda ilerleyen senaryo olayın içine mizah dozu da katılınca aksamaya başlıyor. Yönetmen Han bu kadar ciddiye alınabilecek bir hikayeye zaman zaman ‘groteskliğe’ varan durumlarla bir kara mizah katmaya çalışıyor ama bu tutum iyi bir sonuç vermiyor. Sık sık gereksiz eklenti gibi duran bu yaklaşım ne filmin genel havasıyla uyuşuyor ne de hedeflediği olayları hafife alma havasını estiriyor. Kaldı ki gerçek hayatta yaşanan bir felaketi arttırarak beyaz perdeye taşımak izleyiciye nasıl bir eğlence verebilir ayrı bir konu…

Dolayısıyla kendisinin bile ne tamamen ciddiye alındığının ya da ne zaman eğlenceli olduğunun farkında olmayan film nereye bağlanacağını bilmeden akıp gidiyor. Faydalı olabilecek uçak yolcuları arasında başlayan paranoya üstünkörü geçiliyor, olaya çözüm arayan polislerin hikayesi basit bir suçlu kovalama hikayesine indirgeniyor.

Bu arada uçaktaki duruma yardım etmeye çalışan ‘sahadaki’ polislerde de bir uyuşukluk, bir üşengeçlik mevcut. Olaylar daha çok konuşularak halledilmeye çalışılıyor, eyleme geçişler ya çok geç ya da ciddi bir sonuca bağlanmayan bir şekilde yapılıyor. Polislerdeki bu donukluk bazen öyle noktalara varıyor ki sahadaki polislerden birinin uçaktaki biriyle kişisel bir bağı (yolculardan biri eşi) olduğunu unuttuğumuz bile oluyor. Bu gibi durumlarda karısını kurtarmak için ‘dokuz takla atan’ John McClane’i (Die Hard) özlemle anıyoruz!

Ucundan kıyısından Güney Kore’nin diğer ülkelerle olan diplomatik ilişkilerine de değinen film (özellikle Japonya ile olan gerginlik) bizce hedefini tamamen ıskalamış, acil iniş yapmaya çalışırken sert bir şekilde yere çakılan bir yapım! Bu ‘uçuş’ toplamda tam iki saat sürüyor. Sıkılmamamız için çok uzun bir süre!

Tüm yazılarını göster