‘Acil İniş’, 2020 yılında, dünyanın içinden geçtiği pandemi
sürecinde çekilmiş ve bunu hiçbir şekilde saklamaya çalışmayan,
aksine sonuna kadar kullanan hatta neredeyse senaryosunun ‘kalbi’
olarak oturtmaya çalışan bir film….
Hatırlanacağı üzere Covid-19 salgınıyla önce durma noktasına
gelen sonrasında ise yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan sinema
dünyası, bu süreçte uygulanan kısıtlamaları, önlemleri ve engelleri
bir anlamda avantajlara çevirerek dram (‘Malcolm and Marie…) veya
bilimkurgu (‘Oxygene’…) gibi birçok değişik türde yapımlar çıkardı.
Hatta Nolan’ın iddialı filmi ‘Tenet’ bile dünyanın yaşadığı sağlık
krizini açık açık dile getirmese de derinden yaşadığımız bu tehdidi
hissettirmeye deniyordu.
‘Acil İniş’, bu salgını tamamen yanına alarak, üstelik bunu uçak
gibi kapalı (ve tabii ki sınırlı) bir mekana ‘salarak’ bir kapalı
mekan gerilim/macera yapımı olmaya çalışıyor. Ancak göreceli olarak
‘yeni’ türden bir tehlikeyle süslense de filmin mekan olarak uçak
içi gibi daha önce çok işlenmiş bir yeri seçmesi bayat bir tat
almamıza yol açarken, yönetmenin hikayesinin dramatik ve gerilimli
altyapısına belli bir mizah katmak istemesi de senaryosunun içinden
çıkılmaz tereddütlere sürüklenmesine ve kendimizi nereye
bağlanacağı pek belli olmayan bir olayın içinde bulmamıza sebep
oluyor.
Hikayeden kısaca bahsedecek olursak, Güney Kore’den Amerika’ya
giden bir uçak, yolcular arasına sızmış ve uçağa ölümcül bir virüs
salan bir teröristin saldırısıyla sarsılır. Hem uçuş ekibi hem de
yolcular büyük bir panik yaşarken, ülkedeki (Güney Kore’deki)
polisler de bu durumu çözmek için değişik yollar aramaya
başlar.
COVID 19, BU VİRÜSÜN YANINDA HAFİF!
Koreli yönetmen Jae-Rim-Han’ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu
‘Acil İniş’in aslında merak ettiren bir yapısı en azından bir
açılışı var: Giriş sekansında izlediğimiz hava alanı ve uçağa biniş
sekanslarında bize tanıtılan ‘tekinsiz’ genç adamın planladığı
saldırı belli bir gerilim yaratmayı başarıyor. Hava alanlarının
ister istemez biraz ‘anonim’ ortamında üzerinden kötülük ‘akmayan’
bir karakterin filmdeki düşman olarak seçilmesi ‘Acil İniş’i
Hollywood filmlerinden başka bir yere kaydırmayı başarıyor.
Aynı şekilde hikayenin tek koldan ilerlememesi yani sadece
uçakta yaşanan olaylara saplanıp kalmaması ve bu olaylara paralel
olarak yerdeki polislerin de çözüm arama süreçlerini göstermesi de
senaryoya bir tempo katıyor.
Dolayısıyla çok şaşırtmasa da gerilim, macera, fantastik, korku
ve polisiye gibi rekor sayılabilecek sayıda türü bir araya getiren
daha doğrusu her birinden bir şeyler ödünç almış bu ‘hybrid’
film aslında çok yanlış bir niyet gütmüyor.
Esas olayın yani uçaktaki saldırının ve yarattığı salgının
başladığı sekans ise daha çok korku ve ‘gore’ tarzı filmleri
anımsatıyor. Şu anda dünyayı tehdit etmiş ve halen devam eden
korona virüsten çok daha ölümcül ve şiddetli olan filmdeki virüs
kurbanları/yolcuları yavaş yavaş ele geçirerek olabilecek en kanlı
şekillerde öldürüyor. Hatta bu sahneler o kadar abartılı ki filmin
bir virüs saldırısından ziyade adeta bir ‘zombi’ türüne
dönüşebileceği endişesine kapılıyoruz. Fakat yönetmen bu kadar
keskin bir dönüş yapmıyor.
MİZAHIN YERSİZ KULLANIŞI….
İyi kötü tutarlı bir yolda ilerleyen senaryo olayın içine mizah
dozu da katılınca aksamaya başlıyor. Yönetmen Han bu kadar ciddiye
alınabilecek bir hikayeye zaman zaman ‘groteskliğe’ varan
durumlarla bir kara mizah katmaya çalışıyor ama bu tutum iyi bir
sonuç vermiyor. Sık sık gereksiz eklenti gibi duran bu yaklaşım ne
filmin genel havasıyla uyuşuyor ne de hedeflediği olayları hafife
alma havasını estiriyor. Kaldı ki gerçek hayatta yaşanan bir
felaketi arttırarak beyaz perdeye taşımak izleyiciye nasıl bir
eğlence verebilir ayrı bir konu…
Dolayısıyla kendisinin bile ne tamamen ciddiye alındığının ya da
ne zaman eğlenceli olduğunun farkında olmayan film nereye
bağlanacağını bilmeden akıp gidiyor. Faydalı olabilecek uçak
yolcuları arasında başlayan paranoya üstünkörü geçiliyor, olaya
çözüm arayan polislerin hikayesi basit bir suçlu kovalama
hikayesine indirgeniyor.
Bu arada uçaktaki duruma yardım etmeye çalışan ‘sahadaki’
polislerde de bir uyuşukluk, bir üşengeçlik mevcut. Olaylar daha
çok konuşularak halledilmeye çalışılıyor, eyleme geçişler ya çok
geç ya da ciddi bir sonuca bağlanmayan bir şekilde yapılıyor.
Polislerdeki bu donukluk bazen öyle noktalara varıyor ki sahadaki
polislerden birinin uçaktaki biriyle kişisel bir bağı (yolculardan
biri eşi) olduğunu unuttuğumuz bile oluyor. Bu gibi durumlarda
karısını kurtarmak için ‘dokuz takla atan’ John McClane’i (Die
Hard) özlemle anıyoruz!
Ucundan kıyısından Güney Kore’nin diğer ülkelerle olan
diplomatik ilişkilerine de değinen film (özellikle Japonya ile olan
gerginlik) bizce hedefini tamamen ıskalamış, acil iniş yapmaya
çalışırken sert bir şekilde yere çakılan bir yapım! Bu ‘uçuş’
toplamda tam iki saat sürüyor. Sıkılmamamız için çok uzun bir
süre!