Bergen bundan 33 yıl önce, sessiz ve sadık bir hayranı olarak girdiği hayatını adım adım kabusa çeviren bir erkek tarafından katledildiğinde daha 30 yaşında bile değildi. Ölümcül toksik erkekliğin bütün çelmelerine rağmen 30 yıllık hayatına sekiz albüm, 120’yi aşkın şarkı sığdırdı. Bunlardan bazılarını, “Sen Affetsen Ben Affetmem” isyanını en azından, arabeske hiç ilgi duymamış çoğu insan da bilir.
Hayattaki en büyük tutkusu şarkı söylemek olan, “bir tek şarkı söylerken utanmadım ben,” diyen bu kadın 33 yıldır Mersin Şehir Mezarlığı’nda yatıyor. Yaşarken bir an bile huzur vermeyen, “öte dünyaya kaçsa kemiklerini saya saya alırım” diyen katilinin hudutsuz zulmünden, kemikleri korunabilsin diye, demirden bir kafesin içinde. Kısacık bir süre yatıp çıkmış katili hâlâ konuşuyor. Kadın cinayetini aşk sosuna bulamaya teşne bir kültürün ve katilden star yaratmaya çok meraklı magazinleştirme eğiliminin desteğiyle, failin sözü her yerde duyuluyor. Hayatta en büyük tutkusu şarkı söylemek olan Bergen’in tek mirası olan sesiyse yalnızca bizlere emanet.
Çocukluğumdan ana hatlarıyla hatırladığım Bergen’in hikâyesinin detaylarıyla, birkaç yıl önce bir gece yaptığım bir taksici konuşmasından sonra tanışmış, bu yazıyı yazarken Bergen’in Özgecan’la aynı mezarlıkta yattığını da öğrenmiştim. Hayat çok acımasız bir hikâyeci…
Bergen filmini yapımından haberdar olduğum andan beri heyecanla karışık bir tedirginlikle bekliyordum. Filmin arkasındaki kadınların, senaristleri Yıldız Bayazıt ve Sema Kaygusuz’un ve yapımcısı Mine Şengöz’ün meseleyi çok doğru bir yerden kavrayıp ele aldıklarını bilmenin doğurduğu güvenle birlikte, böyle bir hikâyeyi anlatmanın zorluklarına ilişkin bir tedirginlikti bu. Ne olursa olsun şarkı söylemeyi sürdüren şelale saçlı, tek gözlü kadının imgesi, kendiliğinden hikâyeli yapısıyla bugün hâlâ kadın cinayetlerinin en “cazip” simgesi. Böyle hikâyeler hiç anlaşılamadan ve anlatılamadan tüketilme riski taşır. 2 Mart’ta Uniq Hall’deki galasında heyecanlı bir kalabalıkla izlediğim film, bu hissi pek çok açıdan gidermekle kalmadı. Filmi hem gerçekten sevdim, hem de çok haysiyetli ve umut verici buldum.
Bergen’in katledilişinden sonraki 33 yılda kadın cinayetleri katlanarak arttı. “Ya benimsin ya toprağın” diyen erkekler yüksekten atıp intihar süsü vererek, yüzüne asit dökerek, kezzap atarak, tek kurşunla, boğazını keserek, canlıyken yakarak, kalabalıkta çocuğunun gözü önünde, kapalı kapıların ardında sessiz çığlıklarla, binlerce kadını katletti. Bu konuda koruyucu tek sözleşmenin feshine, katilleri ve tecavüzcüleri aklamaya yatkın sisteme ve daima ilk sözü “acaba kadın ne yaptı da adamı çıldırttı?” olan korkunç toplumsal cinsiyet ön kabullerine güvenen faillerin ismini, yüzünü en gerekli yerde, cinayet haberlerinde pek göremiyoruz. Kadınların gülen yüzleri ve günlük hayatlarından kesitlerle servis ediliyor bu haberler çoğunlukla. İyi hal indiriminden yararlanıp çoğunlukla hak ettiklerinden az bir ceza aldıktan sonra adlarıyla sanlarıyla normal bir hayat sürdürebilen katillerin sayısıysa, hiç de az değil.
“Bergen”de failin adı yok. Bitiş jeneriğinin sonundaki açıklamada fail olarak aldığı yer dışında, katilin adı filmde geçmiyor. Hayatını aldığı, hala kemikleri bile ondan korunan kadın hakkında her yerde rahat rahat konuşabilen bir adamın adını bu hikâyeden çekip çıkarmak, çok iyi bir buluş olmanın ötesinde, kadın cinayetlerine ilişkin, son derece politik bir tavrı gösteriyor.
Bergen’in katilinin sanatçının hayatını anlatan filmden de hak iddia etmesi üzerine, Orchestra Content adına yapımcı Mine Şengöz, geçen yıl şirketin Instagram hesabından şu açıklamayı yapmıştı: “Bergen’in hikayesi kendi öz gücünü inatla savunan, şarkı söylerken dünyayı fetheden eşsiz bir kahramanın da hikayesidir. Onun dipdiri ve güçlü varlığını aramıza geri çağırıyoruz. Tekrar canlanıp hayat dolu bakışlarını üzerimize dikmesi için. Bergen’den geriye kalan boşlukla yüzleşmek için Bergen’i asla yalnız bırakmayacağız.” İyi anlatılmış hikâyeler hayata dair güçlü sözler söyler. Filmin bu iddiası ve dik duruşu tüylerimi diken diken etmişti. Bu sese kulak vermeliydik.
Biyografilere dair en sevdiğim sözdür, Flaubert’in daha önce de yazılarımda bahsettiğim cümlesi: “İnsan bir dostunun biyografisini yazarken bunu hayattan onun öcünü alır gibi yapmalıdır.” Bu film ve arkasındaki kadın düşünüşü, sezgisi, bilgisi, sevgisi, en başta bunu başarmış. Ajitasyona bunca yatkın bir malzemeye, bir dost, bir kız kardeş şefkatine eşlik eden bir dramaturjik mesafeyle yaklaşmayı… İkisinden biri eksik olsa, film de çok eksik olurdu. Bu bakış nedeniyle eksiklerini, kusurlarını da affetmeye çok gönüllü olacağımız güzel bir film çıkmış ortaya. Yapımcı ve senaristlerinin yanı sıra filmin yönetmenleri Mehmet Binay ve Caner Alper de bu hassas, dostane, mesafesi iyi ayarlanmış bakışı korumuşlar baştan sona.
Filmin yıldızı Farah Zeynep Abdullah galaya Euphoria esinli bir kıyafet ve makyajla katıldı, eleştirenler olmuş, ben beğendim. O da kendisi gibi bir kadın işte, yıldızlığının sihri de biraz bu havasında. Bu Bergen’e dair yazdığım ikinci yazı, bu temaya dair bir- iki günlük yoğun zihinsel meşguliyetin bile ne kadar yorucu ve üzücü olduğunu biliyorum. Bu nedenle birkaç yıl boyunca bu temayla yatıp kalkan yapımcı, yazar ve oyuncular için bunun ne ağır bir duygusal yük oluşturduğunu tahmin edebiliyorum. Hepsi de başarıyla kalkmışlar bunun altından.
Filmin tanıtımlarından, Farah’tan çok iyi bir Bergen çıktığı belliydi. Yine de filmi izlerken beklentilerinizin ötesinde bir ustalık buluyorsunuz karşınızda. Çok bildik tanımla, Bergen’i oynamamış, Bergen olmuş gerçekten. Sesi, yüzü, tavrıyla erkek şiddetinin her türlü yüzüyle defalarca karşılaştığı hayatında mağdur olmayı değil, kendi gibi, başı dik, ışıl ışıl yürümeyi seçmiş biri. “Acıların kadını” ama daima bir kız çocuğunun heyecanına sahip çok güçlü bir kadın karşımızdaki.
Erdal Beşikçioğlu da harika. Kimse bu kadar haysiyet yoksunu, zehirli bir karakteri tüm nüanslarıyla bu kadar iyi canlandıramazdı galiba. Karakter o kadar doğru kurulmuş ve oynanmış ki, hem babasız büyümüş, coşkusal bir genç kadını adım adım avucuna alan görkemli “love bombing”den kaçınmanın ne kadar güç olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Hem de bir an bile gözünüzde yücelip “cazip” bir adam halini almıyor bu karakter. Bıçak sırtı bir denge. Çok büyük oranda Bergen’le katilinin ilişkisine yoğunlaşsa da bu film ne bir “acı aşk” hikayesi ne de adam başrolde. Faili romantize etmeden, şiddete ve cinayete aşk kılıfı uydurmadan, çok iyi bir mesafeden tüm o sahteliği, zavallılığı içinde, bir psikopat değil her kadının her an karşısına çıkabilecek, toksik erkekliğin “normal” sayılan sınırlarına uygun bir adamı izliyoruz. Bence sesinden sahne duruşuna Bergen’i neredeyse kanlı canlı önümüze koymasının yanı sıra, filmin diğer en büyük başarısı da bu.
Filmin çok etkileyici sahnelerinden birinde Bergen, sahnedeyken, Halis’in gönderttiği bir adam tarafından bıçaklandıktan sonra şarkı söylemeye devam ediyor. “Ölümden korksaydım Bergen olamazdım,” diyor.
Filmi, Bergen hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeyen yirmili yaşlardaki yeğenimle izledim ve galada aynı yaşlarda başka iki çok genç kadınla sohbet ettim. İkisi de “Bergen efsanesi”nden habersiz biçimde filmin meselesinden etkilenmişlerdi. Pek çok kadının duygusal ilişkilerde ucundan kıyısından, en azından psikolojik boyutlarıyla bu erkek şiddetini tanıdığını, bu nedenle anlatılan hikayeyle kolaylıkla özdeşleşebildiklerini söylediler ki, bu da çok önemli.
Bu denli bildik ama kimi yönleriyle hiç anlatılamamış bir hikayeyi filme aktarmak hiç de kolay değil. Elbette eksikleri de olacaktır. Dönem atmosferi sanat düzeyinde başarıyla yansıtılırken fonda dönem olaylarına pek yer verilemediğinden bahsedildiğine rastladım. Kadın cinayetlerinin bu yaygınlıkta konuşulmadığı dönemde Bergen cinayetinin ele alınışıyla bugün arasındaki farkları da çok göremiyoruz filmde. Genel olarak alınan bunca yola rağmen değişmeden kalan şeyleri görebiliyoruz ama. Konservatuarı birincilikle kazanan, baba yokluğuna rağmen güçlü anne figürüyle (anne rolünde Tilbe Saran da olağanüstü) travmasız, mutlu, yetenekli bir kız çocuğunun hangi koşullarda birden kendini Adana’da bir gazinoda buluverdiğini, klasik müzikten arabeske uzanan müzikal serüvenin detaylarını çok bilemiyoruz. Ama Bergen öyle renkli bir karakter ki, Belgin olan adı yerine aynı zamanda bir çello markası olan, Norveç’te bir şehir adı olduğunu öğrendiği Bergen’i bir çırpıda sahne adı olarak seçmesi bile bize onun hakkında çok şey anlatıyor. Kısacık ama dolu dolu bir hayatı aktarmanın kaçınılmaz sonucu olan hızlı geçişler ve tercihler var. Tüm bunların meselesini gayet net ve ortaya koymuş filme zarar vermediğini düşünüyorum. Tek bir şiddet sahnesine yer vermeden, o şiddeti hiçbir açıdan romantize de etmeden, Bergen’i hep önde tutarak sesini bugüne ulaştırması bile, bu etkileyici ve sürükleyici filmi çok başarılı kılmaya yetiyor.
Filmde toplumsal bakışa dair çelişki ve ikiyüzlülükleri dillendiren dansöz Nadire karakteriyle göz kamaştıran Nergis Öztürk’ü de anmadan geçmeyelim. Galada gösterim sonunda salonda yükselen, ortak hisse tercüman bir kadın sesinin söylediği “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” sözü, gecenin en anlamlı anlarından biriydi. İstanbul Sözleşmesi de hayali ve hayati bir karakter olarak, filmin başından sonuna, her yerde.
Film bugün, 4 Mart’ta vizyona girecek. 8 kadın sanatçının seslendirdiği Bergen şarkılarından oluşan, gelirinin tamamı Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na bağışlanacak “Bergen’e Saygı” albümü de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde çıkacak. Bunca güzel düşünüşle, emekle, saygıyla ortaya çıkmış bu güzel filmi izleyelim. İzleyelim ki Bergen’in ve erkek şiddetinin katlettiği nice kadının bize emanet sesini yaşatalım. Faillerin ismini onların hayat hikâyesinden beraberce çıkarıp alalım. Bu kadınların, sesi, coşkusu, kısacık ömürlerine sığmayan nefesi olalım, onların anısını yaşatırken yaşayanlara ses olalım. Hayat söndüren toksik eril şiddet bir gün yeryüzünden silinip gidene, aşk ve sevgi artık ölümle bitişik yazılmayana dek…