Acı, tüm uzuvlarımızda duyduğumuz, bizi bedenin kabına hapseden,
çaresizliği en derinden hissettiren, birçok düşünür açısından ölüme
eşdeğer tutulan bir duygu. Bedenlerimiz her zaman aynı tepkiyi
vermeyebiliyor da bu duyguya, bazen tam tersine hissiz ve yaşama
yabancılaştıran bir tecrübe olarak karşımıza çıkabiliyor acı. Her
durumda zor, acıyla yaşamak, varlığını yaralayan, seni sen olmaktan
çıkaran bir deneyim. David Le Breton, acının ifade edilemezliğinden
bahsederken şöyle der: “İnsanı köklerinden koparan ve olaylara
yabancılaştıran acının koşullarını adlandırmak ya da onlara
tanıklık etmek yaşamı yararak içine yerleştirilmiş bir ölüme
benzer.”(1) Acıyı deneyimlemenin ya da tanık olmanın, onu
anlamlandırmanın, yaşamın içine ölümün yerleşmesi gibi bir etkisi
var, dünyaya ve coğrafyamıza baktığımızda sanırım uzundur böyle bir
zamanda yaşıyoruz, acının hâkim olduğu bir çağda. Bu gündelik ve
devamlı hâle geldiğinde bizi daha çok içine alıyor. Çünkü yine
David Le Breton’un ifade ettiği gibi; “acı, gündelik dehşeti içinde
hiç aman vermeden sürdüğünde yaşamda sürekli ilerleyen ölüm
gibidir.” Kısacası, acı dediğimizde çok derin, yüzleşmesi zor bir
duygudan bahsediyoruz, yaşanan acı bir olayı tanık olarak
deneyimlemek ile bizzat yaşamak arasında da fark var çünkü her ne
kadar kötü bir olay karşısında bu duyguyu hissetsek bile onu
birebir yaşayanın tecrübesini tam olarak bilemeyiz. Acıyla ilgili
sorun da burada başlıyor, bu nedenle başkasının yaşadığı acıya dair
her söz, her cümle dikkatli olmayı gerektiren bir yan içeriyor.
Geçtiğimiz hafta yaşanan İzmir depremi hepimizi çok üzdü, tanık
olduklarımız pek çok açıdan dayanılmazdı. Çabucak örülen dayanışma
ağları içimizi biraz olsun ferahlattı. Ama tüm bu acı ve kargaşanın
yanında yaşananların gösteriye eklenen yanı, yaranın üzerine yara
açmak gibi bir etki bıraktı. Depremden sonra hayatta kalana
sevinmek elbette yadsınacak bir durum değil ama acı ve felaket
durumlarında, yaşanana dair hisleri belirtmenin, görsel
kullanımlarına dikkat etmenin de bir etiği olmalı mı sorusunu
akılda tutmak gerektiğini bir kere daha gördük. Çünkü yaşanan
yeterince acı ve gerçekken onu estetize etmeye, afili cümlelerle
parlatmaya gerek yok gibi geliyor bana. Hele ki görsellerin
kullanımı, küçücük çocukların bedenlerinin nesne gibi ortalığa
savruluşu, ömür boyu geçmeyecek travmayla karşı karşıya kalmış
insanların yaşadığı üzerinden yapılan, failleri aklamak, kurbanı
daha da kurbanlaştırmak dışında bir anlamı olmayan paylaşımlar…
Tüm bunlar günümüzde acı ve felaket deneyimleri üzerine başka
açılardan düşünmek gerektiğini de hatırlatıyor. Çünkü dijital bir
çağda yaşıyoruz, varlığımız onu gösterdikçe değerli oluyor,
yaşananlar karşısında ne hissettiğini söylemezsen, yokmuşsun gibi
hissettiriliyorsun. Bu nedenle biraz da gönüllüce buna razı
oluyoruz çünkü varlığın artık sosyal medya performansının bir
parçası, bu hepimiz için geçerli. Byung Chul Han buna “şeffaflık
aygıtı” adını veriyor, böyle bir durumda, “içsellik iletişimi
engellediği ve yavaşlattığı için şahıslar da içsellikten
arındırılır.”(2) Yani acımızı içimizde yaşamamız gibi bir durum
yoktur artık, duvarlar kalkmış, içimizin sesi sosyal medyadaki
seslere karışmış, hızlı enformasyonun bir parçası olmuştur. Devamlı
gözetlendiğimizi düşündüğümüz için uyumluluk göstermek isteriz,
böylece içimizde ne yaşadığımızdan çok onu nasıl performansa
dönüştürdüğümüz önem kazanır. “Şeffaflık neoliberal bir aygıttan
başka bir şey değildir” diye ekler, Byung Chul Han, bu aygıt bizim
varlığımızı işlevselleştirir, devamlı şikâyet eden seyircilere
dönüştürür çünkü katıldığımızı düşünürüz, demokratik bir ortamda
olduğumuz yanılsamasına kapılırız. Böyle bir çağda yaşarken, tüm bu
neoliberal iktidar teknikleri varlığımızı belirliyor, dijital çağ
acıya ve felakete bakışı da değiştiriyor, zihinlerimiz yaşanana
karşı bir şeyler söyleme çabasındayken farkında olmadan
denetleniyoruz çünkü artık sadece bedenimiz biyopolitik iktidarın
egemenliğinde değil, zihnimiz de yeni psikopolitik iktidar
tekniklerinin gözetiminde.
Elbette bu bahsettiklerimiz genel değil, derdimiz bir ahlâk
çizgisi çekmek hiç değil, dayanışma amaçlı paylaşımların ne kadar
önemli olabileceğini biliyoruz, burada bahsetmeye çalıştığım daha
çok sorumluları aklayan, yaşananın acısından çok duygularımıza
oynayan ve üzerine düşünme, sorgulama imkânını elimizden alan
performanslar ve öznelerin buna nasıl gönüllü hâle geldiği.
İzmir’de yaşanan deprem nedeniyle tanık olduğumuz yaralayıcı
olan bir diğer şey de acının hemen ürüne dönüştürülmesi, olayın
üzerinden saatler bile geçmemesine rağmen ortaya çıkıveren acı
görselleri. Yine gösterinin bir parçası hâline gelen acı deneyimi.
Elbette yaşananın gerçekliğini kıracak, başka şekilde ifade edecek
temsillere itiraz edemeyiz ancak olay o kadar sıcakken, şimdilerde
salgın nedeniyle de pasif bir konumda bulunurken, yani özneler
olarak yaşananlara çok müdahil olacak bir durumda değilken, ortaya
konan üretimler de bir yanıyla bahsettiğimiz neoliberal iktidar
tekniklerine ekleniyor. Yapılan iyi niyetli olsa bile bu tutum,
acıyı yaşayanı hemen temsil hâline dönüştürerek gösteriye ekliyor.
Bu durum Byung Chul Han’ın, yeni iktidar tekniklerinden biri olarak
tanımladığı, “dost çehreli iktidarı” da hatırlatıyor, ona göre;
“bizi teşvik eden ayartan, özgürlükçü dost çehreli iktidar, talimat
ve emir veren, tehdit eden iktidardan daha etkilidir. Mührü
‘like/beğendim’ simgesidir. Tüketerek, iletişimde bulunarak, hatta
Like’ı tıklayarak tabi oluruz tahakküm ilişkilerine.” Yaşanan acı
olaylardan ve felaketlerden sonra ortaya çıkan böylesi içerikler,
acıyı yaşayandan uzaklaştırarak ona nesnel bir anlam katıyor,
beğenip geçtiğimiz bir şeye dönüştürüyor.
Vahşi kapitalizmin simgeleşmiş anları, bir tüketim nesnesi
hâline getirip sunması da ayrıca tartışılması gereken bir konu.
Depremden kurtulan Elif Perinçek'in, kendisini kurtaran görevlinin
elini tuttuğunu gösteren bir görselin, kupaya, saksıya kısacası
eşyaya basılarak satışa sunulması, acının bu sefer meta olarak
sunumunu karşımıza çıkardı ve bu bize kapitalizmin, acılarımızı
bile pazar nesnesi hâline getirebilecek kadar çığırından çıktığını
bir kez daha hatırlattı. Bu aynı zamanda acının tüketim kültürünün
bir parçası hâline getirilebilmesinin en önemli göstergelerinden
biri oldu. Kısacası, son bir haftadır yaşadığımız depremin acısıyla
birlikte, neoliberalizmin psikopolitik iktidar teknikleriyle ne
kadar iç içe yaşadığımızı görmüş, kapitalizmin hayatlarımıza dair
her şeyi nasıl satışa sunabileceğini de anımsamış olduk.
En başa dönersek, acı hiç kolay olmayan bir duygu, ona tanıklık
etmek zor ama onu deneyimleyen için durum çok daha zor. Depremden
hayatta kalanlar için bundan sonrası kaybedilene duyulanın
özlemiyle geçecek, paylaşılmış anlar, yaşanmışlıklar, mutlu-mutsuz
günler kaldı o enkaz görüntülerinin altında. İnsanlar öldü,
hayvanlar öldü, yaşam boyu taşınacak izler kaldı. Böyle bir duruma
duyarsız kalamayız elbette ancak başkasının başına gelmiş olan
karşısında kurduğumuz her cümleyi tartmamız, faili görünmez kılacak
bakışlardan kaçınmamız, hayvan-insan bedenlerini gösterinin parçası
hâline nasıl getirmeyebiliriz üzerine düşünmemiz gerekiyor. Çünkü
tüm bunları gözetmeyen sosyal medya performanslarımız, yazı boyunca
bahsettiğimiz gibi neoliberalizmin yeni iktidar teknikleri
tarafından denetlenmek veya yaşanan acının sebeplerini görünmez
kılmak gibi anlamlara gelebiliyor.
Dipnotlar:
- Breton, D., L., (2003), “Acının Antropolojisi”, s. 32-33, (Çev.
İsmail Yerguz), İstanbul: Sel Yayıncılık.
- Chul Han, B., (2019), “Psikopolitika, ‘Neoliberalizm ve Yeni
İktidar Teknikleri’, s. 19-25, (Çev. Haluk Brışcan), İstanbul:
Metis Yayıncılık.