Sokakta başım önde yürüyorum. Sokakta insanlar var. Sokakta insanlar var, yeri geliyor gülüyor. Kahkaha atan bile var sokakta. Ben başım önde yürüyorum. Bir adım vardı diyorum, senin bir adın vardı. Bunu hatırla. Dünya yaratılmıştı ama denizler yaratılmamıştı daha diyorum. Böyle demek hoşuma gidiyor. Adım vardı diyorum kendi kendime. Sokakta başı önde yürüyen biri, ötekilerin dikkatini çekiyor. Başı önde yürüyor ve kendi kendine konuşuyor. Ben adımı arıyorum. Bir adım vardı. Ne kadar zorlarsam zorlayayım, adım gelmiyor. Dilimin ucunda bir isim var. Ağabeyimin adı. Dünya yaratılmışken ama denizler yaratılmamışken bir ağabeyim vardı. Ben ona Kain diyorum ama siz Kabil diye biliyorsunuz. Aklıma sadece bu kadarı geliyor. Zihnim ancak bu kadarına gidiyor. Ben sokakta başım önde yürürken ve mırıl mırıl kendimle konuşurken.
Şimdi bir şeyler daha hatırlıyorum. Dünyada iki insan varız. Ben varım, ağabeyim var. Ovalara bakıyoruz, dümdüz ovalara. Yürüyoruz, benim başım dik, bakıyorum dünyaya. Dünya o zamanlar dümdüz. Denizler yok, dağlar yok. Bunu daha önce de söylemiştim. Hatırlayacaksınız.
O dünya ki, henüz Dreyfus davası görülmemiş. Daha Kerbela bile olmamış. Daha denizler çalkalanmamış, kimse denizi ortasından ikiye ayırmamış. Hiçbir ateş hiçbir insanla konuşmamış. O dünya ki, Dersim dört dağ içinde değil. O dünya ki Pîran diye bir yer çok uzakta. Öyle ki, sadece birkaç kişiyiz. Daha ortada ne ada var, kıyısından bakılacak. Masalar yok etrafında toplanılacak. Meyvelerin tadı, rengi hiçbir meyvenin adına, tadına, rengine benzemiyor. O dünyada ben bir kere çok açlık çektim. Açlığın ne demek olduğu henüz tanımlanmamıştı. Kimse bilmiyordu benden başka, açlık nedir. Adımı hatırlamıyorum ama bunu hatırlıyorum. Haklıydım ve açtım. Ağabeyim vardı. Siz adını biliyorsunuz.
Ben bir gün sokakta başım önde yürüdüm. Her şeyi hatırlamaya çalıştım. Her şeyi. İlk olan her şeyi. İlk dağı, ilk denizi, ilk sokağı, ilk evi, ilk sokağı, ilk mahalleyi, ilk şehri, ilk olan her şeyi.
Avdan eli boş dönen bendim. Ağabeyime kendimi kurban eden bendim. Hatırlıyorum şimdi. Şimdi o açlığın ilk coşkusunu hatırlıyorum. Açlık, dünyada ilk defa tanımlanıyordu. Önce şarkılar yapıldı. Sonra sözler tanımlandı. Sonra kuzular. Ardından ağaçlar. Ardıç ağaçları, taflan kokuları. Hepsi bir bir tanımlandı. Hepsini gördüm açlığımla. Ağzım kurudu önce. Sonra ellerim zayıfladı. Dünya zayıfladı gözümün önünde. Henüz yaratılmış o dünya. Daha Dreyfus bile gelmemişti. Kimse “itham ediyorum” diye yazı yazmamıştı. Buna ihtiyaç duymamıştı. Dünyada çok az şeye muhtaçtık. Açtım. Açlığın ne demek olduğunu işte tanımlıyordum.
Şarkılar geldiler sonra. Kuzular geldiler. Köprüler geldiler. Buzdolapları geldiler. Dünyadaki bütün renkler ve kokular geldiler. Ağabeyim yanı başımda durup bekledi. Benim gözüm karardıkça onun gözleri parladı. Sonra ben rüyaya yattım. Ağabeyimdi rüyamda. Ateşler içinde yanıyordu. Uyandım, başımda. Rüyama bile hayıflandım. Henüz Mamoş isminde bir türkü yapılmıştı dünyada. Henüz eylül gelmemişti hiç. Hiçbir ciltçide hiçbir defter ciltlenmemişti.
Ağabeyim beni öldürdü sonra. Dağlar ve denizler yaratılmamıştı. Dreyfus bile yoktu daha. Öldüm sandı. Kuzuların yanından dönmüştüm. Ağabeyimin adını biliyorsunuz. Ben adımı hatırlamaya çalışıyorum. Sokaklarda başım önde yürüdüğüme göre ölmedim. Başımı kaldırıp dünyaya bakıyorum. Bir meydan var. Yaratılmış. Orada çiçekler görüyorum. Sadece çiçekler. Kendimle, bir daha mırıl mırıl konuşuyorum işte. Sesim dünyaya değiyormuş.