Açlık, ölüm ve utanç

Siyasal iktidar, belki de bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir radikalliğe büründürdü ölüm ve yaşam kategorilerini. Kâh hukuk kâh şiddet aracılığıyla çırılçıplak bıraktı hepimizi. Bugün bize açıkça şunu söylüyor: ya hizaya gelirsiniz ya da ölüme gidersiniz. Ölümüne bir medd-ü-cezir oyunu. Ya soluk almayı bırakmış çıplak bir beden olarak ya da hukuki haklarından mahrum kalmış çıplak bir yurttaş olarak.

Abone ol

Onur Kartal

“Halk korkusuz olduğunda korkunçtur”

Spinoza

Hikâyeyi bilirsiniz. Evvel zaman içinde milattan önce yüz otuzlu yıllarda Roma İmparatorluğuna isyan eden Numantia halkı Scipio Aemilianus’un önderliğinde otuz bin kişilik orduyla kuşatılır. Kuşatmanın birinci yılı bittiğinde gıda stokları tükenen Numantia halkı, Romalıların kölesi olmamak için önce kendi kasabalarını yakıp yıkarlar sonra da toplu bir şekilde intihar ederler. Ne mekân ne de yaşam Roma’ya yâr olur. Peki, intihar ettiklerinde ellerine ne geçmiştir? Yanlış soru budur. Doğrusuysa şu: Roma’nın zulmü altında ezilen diğer halklar neden aylar hatta yıllar süren bu kuşatmaya seyirci kalmışlardır? Her durumda yapılacak bir şey vardır ama Numantia halkının değil, seyirci kalanların. Tarih, kuşatma boyunca direnen kasaba halkını da zulmeden Roma ordusunu da yazar. Dünya sanki bu kadarından ibaretmiş gibi yapar bunu çünkü diğer aktörler sahneye çıkmayı reddetmişlerdir. Muhtemelen şöyle diyorlardır: “Biz ne yapabiliriz ki?” Ya da belki şöyle: “Roma, geri adım atmaz!”. Ne kadar tanıdık değil mi? Seçenek yaratmak yerine seçeneksiz bırakmak.

Nuriye ve Semih’in açlık direnişleri gösteriyor ki binlerce yıllar sonra bugün benzer bir durumdayız. Daha en baştan sakin sakin atmamız gereken adımları, çok geç kaldığımızda hızlıca atmaya çalıştığımızda başımıza hep aynı şey geliyor: Tökezliyoruz. Oysa düşman net, olanı biteni aylar evvel çınlatmıştı hepimizin kulaklarında. Medyatik linç makinesi Cem Küçük, medeni ölüm mekanizmaları kurmaktan bahsetmişti daha yangın akademinin dört bir yanını sarmazdan evvel. Akademisyenlerin iş akdi feshedilmeli dediğinde devamını getirmiş bir daha iş bulamamalılar, kariyerleri bitmeli ve toplumdan dışlanmaları gerekir diye buyurmuştu. Söz bunları söylüyordu da fiil başka mı eyliyordu sanki?

İKTİDARIN RADİKAL BÖLÜCÜLÜĞÜ

Siyasal iktidar, belki de bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir radikalliğe büründürdü ölüm ve yaşam kategorilerini. Kâh hukuk kâh şiddet aracılığıyla çırılçıplak bıraktı hepimizi. Bugün bize açıkça şunu söylüyor: ya hizaya gelirsiniz ya da ölüme gidersiniz. Ölümüne bir medd-ü-cezir oyunu. Ya soluk almayı bırakmış çıplak bir beden olarak ya da hukuki haklarından mahrum kalmış çıplak bir yurttaş olarak.

Son birkaç yılda yaşadıklarımıza şöyle bir dönüp bakın. Bakın ve kamu alanının sonsuz olanaklar evreni içinde bunlardan birini ya da diğerini seçebildiğimiz günlerin melankolisiyle hayıflanmanın kimseye bir yararının olmadığını başkalarına değilse de hiç değilse kendinize itiraf edin. Yaşamın kendinden menkul bir değeri olmadığı, salt nefes almanın insan yaşamını tarif etmek için hiçbir ipucu sunmadığı bu kadar basit bir gerçekse bu gerçekle yüzleşmekten bu kadar korkmayın.

Hangi felsefe size yaşam ve ölümden bu kadar uzak durmayı öğretiyor? Felsefenin startı baldıran zehriyle verilmedi mi? Medeni ölümle, etkisiz hale getirilme kıskacında biyolojik yaşamın biteviye devamlılığında bu kadar cezbedici olan ne? Kim bilir belki artık çok uzaklarda kalmış bir geçmişe özlem, belki de aslında hiç varolmamış hiç de varolmayacak bir düşün, bir yanılsamanın gerçeklik olarak tahkimi.

Bilemiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da artık kamusal alanın siyasal imkânlarını yaşam ve ölüm kategorilerini radikalleştirmeden yapılan her yorumun uzayda kaybolacağı. İnsanları bütün kamusal haklarından mahrum bırakan, yurtdışına çıkış yasaklarıyla herkesi kendi mekânına hapseden, özel sektörde SGK kayıtları üzerinden cadı avına çıkarak sömürünün kapılarını dahi yüzümüze çarpan, akademiyi çorak çöle kendisini ölüm mangasına dönüştüren bir iktidar canavarı karşısında takdir edersiniz pek fazla seçeneğimiz yok. Hepimiz birer yaşayan ölüyüz. Bunu bilip buna göre eylemek yerine aslanların karşısında gladyatöre pasif direniş hakkını öneriyoruz. Çaresizliğimiz bunu önermemizde değil, alternatif kulvarlar yaratmaktan aciz sadece bunu önerecek durumda olmamızda.

Seçeneksizliği yaratan Nuriye ve Semih değil bizleriz. Başka bir seçenek kalmadığı için adalet arayışlarına 65 gündür açlık eşlik ediyor. Eleştiriyor kimilerimiz aceleyle ölüm ve yaşam üzerine beylik laflar ederek. Ama sormazlar mı, açlık grevinden evvel koca yüz yirmi gün boyunca ne yaptınız diye? Sormazlar mı haydi Açlık Grevi yapmayalım ama ne yapalım diye? Sormazlar mı biz bilmiyor muyuz yaşamın kutsal bir şey olduğunu diye?

HER ERTELENMİŞ BORÇ GİBİ FAİZİYLE ÖDÜYORUZ

Kendimizi kandırmayalım cevapları hepimiz biliyoruz. Bugün değil daha en başından bir ölüm kalım meselesiydi bu. Bugünlere geleceğimiz Kürdistan’daki depremden belliydi. İtiraf edelim, artçı şoklar bile dağılmamıza yetti. Biz yüzleşmeyi erteledik ve Murathan Mungan’ın dilini çalarak söyleyeyim, her ertelenmiş borç gibi bunu da faiziyle ödüyoruz. Faiziyle ödüyoruz çünkü Cem Küçük’ün en baştan adını koyduğu şeyin farkına daha yeni varabildik. İyiyle kötü arasında değil cinayetle cinayet arasında tercih yapmak zorunda bırakıldığımızı nihayet anlıyoruz. Elbette Nuriye ve Semih sayesinde. Çünkü onlar bu oyunu bozdular, cinayet şantajını reddedip ölümle ölüm arasında bir tercih yaptılar. Şimdi iki ölümlü bir denklemden yaşamı çıkarmaya çalışıyorlar.

İktidarın medeni ölüm dayatmasına karşı uğruna ölünecek onurlu bir yaşam çağrısıyla yola çıktılar, yollarına devam ediyorlar. Evet, bugün, açlık grevi kritik bir aşamada. Evet sağlık uzmanları Korsakoff belirtilerinin baş gösterdiğini söylüyorlar. Evet, uzunca bir süre kendimizi kandırdık ve şimdi hakikate koşar adım yetişmeye çalışırken elimiz ayağımıza dolaşıyor; sendeledikçe de kendimize değil yanı başımızda kim varsa ona öfke kusuyoruz. Son zamanlarda hepimize musallat olan saldırganlığın şundan başka bir açıklaması olmasa gerek: Açlıktan duyulan utanç. Saldıracak yer ararken bile herkesin kulaklarında Levinas’ın alıntılamayı pek sevdiği şu Dostoyevski cümlesi çınlıyor aslında: “Herkes her şeyden sorumlu, en çok da ben!”.

Ama bu yükün altında ezilmenin, sorumluluğu başkasına havale etmenin, kavga edecek şeytanlar yaratmanın, utancın ruhlarımızı kemirip bitirmesine izin vermenin hele de manasızca yaşamın kutsallığına vurgu yapmanın zamanı değil! Zamanı değil çünkü zaman yok! Tüm bunlar için geç kaldık. Hızlıca yola çıkın, vazgeçmeleri gerektiğini düşünüyorsanız yola çıkın; vazgeçmemeleri gerektiğini düşünüyorsanız yola çıkın; durmalarını istediğiniz halde sözcükler boğazınızda düğümleniyorsa yola çıkın; sonuna kadar gitmeleri gerektiğini düşündüğünüz halde gülüşlerine kıyamıyorsanız yine yola çıkın! Dilinizden düşürmediğiniz yaşam, Yüksel Caddesi’nde olanca zenginliğiyle sizi bekliyor, ölüm ise hemen yanı başınızda! Acele edin! Edin ki Nuriye ve Semih yaşasın. Sonra yaşam ve ölüm üzerine istediğiniz kadar tartışırız.