Adalet bizi es geçerken

Son günlerde denk geldiğim adalet çağrılarının içinde, sağlık emekçilerinin “Alkış değil adalet, boş vaat değil emeğimizin karşılığını istiyoruz", “Adaletsiz ek ödeme değil temel ücret artışı istiyoruz” talepleri, sınavlara adil koşullarda hazırlanmadıklarını söyleyen öğrenciler, cezaevlerinde virüsün insafına bırakılmış tutuklular var.

Abone ol

Burcu Ayan*

“Adalet sadece bir duygu değildir. Duygular da her zaman adil değildir.”

Sara Ahmed

Kelimelerin tarihine, içi başka başka doldurulan hallerine, muğlak anlamlarına meraklanırım. Hele bu kelimeler sahiplendiklerimizden, bir tür değişimin nüvesi olacağına inandıklarımızdansa. Adalet, tarihsel yükü ağır ve neredeyse dokunulmaz bir kelime, hep istenen bir şey. Bu sebeple uzunca bir süre üzerine yazmakta tereddüt ettim. Hakkını veremem diye düşündüm. Bu kısa metinde eksiğiyle gediğiyle bir şeyler karalamaya ama en çok sorular sormaya niyetleniyorum.

Twitter’da #adaletistiyoruz etiketinin altına yazılanlara hiç baktınız mı? O kadar çok insan, o kadar farklı kelimelerle, apayrı şeyler istiyor ki, şaşırıyorum. Eğer sosyal medya hesaplarımız gündelik hayattaki ilişkilerimizin izini takip ediyorsa, bu mecralarda da bizden farklı düşünenlerle, hissedenlerle karşılaşmak pek olası değil. Bizi öldürme planları olduğunu dile getirdiklerinde önümüze bazı isimler düşüyor tabii ama çoğu zaman orada, uzaktalar ve yüzleri yok. Birbirinden bu kadar ayrı duran “adaletler” nasıl sorular sormaya imkan verir üzerine düşünmeyi biraz erteleyip kelimenin referanslarına çok kabaca göz atalım.

Birincisi, kişiler arasında bir çeşit haksızlığın, herkesin hakkının verildiği bir biçimde çözüme varması (ihtimali) olarak düşünülebilir. “Bu adil olmadı.” deriz, bilyeleri yeniden dağıtırız mesela. Adaletin fertler arası gözüken ahvalindeki muğlaklığı fark etmek kolay, çünkü birine hakkını vermek, “kimin hakkının ne olduğunu” belirlemek için bir anlaşma/ortaklaşma sürecine ihtiyaç duyuluyorsa kırılganlaşabilir. Burada, sürecin dışından atanmış bir eşitlik yerine, adaletsizliği fark edenlerin birbirini tanıma, adil olanın ne olduğunu birlikte bulma ihtimallerini tutabiliriz belki. Ama fertler arası dediğimiz ilişkinin kendisinin, toplumdaki güç ilişkilerinden, yapısal eşitsizliklerden ya da toplumsal hafızadan azade olduğunu unutmadan. “Bizim” ne kadar eşit olduğumuzu, yerimize başkalarının belirlemesi de bir seçenektir. Bu durumda hakları, evrensel (insan hakları) ya da bir toplumun tanımlı üyelerini kapsayacak (vatandaşlık hakları) biçimde belirlemeye çalışmak ilk bakışta ideal görünmekle birlikte, başımıza başka türlü işler açabilir. Örneğin, birine vatandaş birine vatandaş değil denen iki kişi aynı fabrikada çalıştırılır, vatandaş olmayan işçi, sermaye sahibinin inisiyatifinde insan olmakla tanımlanan haklarından dahi mahrum bırakılabilir hale gelir.

İkincisi adalet, daha kurumsal bir referansla, bir ülkenin yargı sistemine ve orada tecelli etmesini beklediğimiz şeyin kendisine verdiğimiz isim olarak düşünülebilir. Burada kimin bu sistem tarafından korunup korunmayacağının baştan belli olması öngörülür. Hukukla hemhalizdir, yasayla, devletle iç içe ama ondan bile üstün olması beklenen bir yapıyla. Ve hukukun önünde “eşitizdir”. Fakat biliyoruz ki pratikte, adaletin tecellisi çok uzun sürebilir ya da hiç gerçekleşmeyebilir. Devlet, çeşitli istisnaları sürekli hale getirerek sizi hukuk karşısında boşa düşürebilir. Adaletsizlik kronikleşebilir.(1)

Adaletin bireye ve yapıya referans veren iki halinden bahsetmek bu tanımların birbirini dışlayan bir ikiliği zorunlu kıldığı anlamına gelmez elbette. Gündelik hayatta bu tanımlar hepimiz için iç içe geçer, yeni tanımlar üretilir. Bütün bu çabayla birlikte, adaletin “ne olduğunu” birinin anlatmasına çok ihtiyacımız yok belki, adil olanı -ama daha çok olmayanı- tanıyoruz, oradaysa biliyoruz, yaşıyoruz ve hissediyoruz. Talep ediyoruz. Peki bugün adaleti -başka başka dertlerle olsa da- hep birlikte çağırırken neden nüvesini dahi göremiyoruz?

Türkiye’de kurulmuş sağ, muhafazakar, liberal partilerin isimlerine ve programlarına bakalım. Çoklar ama birkaç tanesi, Adalet Partisi, Refah Partisi’nin “Adil Düzen” sloganı, AKP’nin adaleti tesis etme iddiasının AK Parti ile şekil değiştirmesi. İsminin içinde vaadini barındıran sağ siyaset. Aynı kelime kullanılsa da, CHP’nin adaleti haiz olduğunu iddia eden bir iktidara muhalif bir parti olarak gerçekleştirdiği “Adalet Yürüyüşü”nün talebi ve işaret ettiği toplumsal hafıza aynı mıydı? Hepimiz gerçekten aynı adaleti mi tasavvur ediyoruz, adil olanı çağırmak için ismini söylemek yetiyor mu?

Son günlerde denk geldiğim adalet çağrılarının içinde, sağlık emekçilerinin “Alkış değil adalet, boş vaat değil emeğimizin karşılığını istiyoruz", “Adaletsiz ek ödeme değil temel ücret artışı istiyoruz” talepleri, sınavlara adil koşullarda hazırlanmadıklarını söyleyen öğrenciler, cezaevlerinde virüsün insafına bırakılmış tutuklular var. Mısra Öz, Çorlu’da tren kazasında ölen oğlunun ardından susmadı, adalet çağrısını durmadan yineledi. Soma’daki iş cinayeti için senelerdir adalet talep ediyoruz. Kent yoksulluğu gittikçe büyüyerek bizi yutarken, Ankara’da “Adalet bu mu?” deyip kendini yakmaya niyetlenen kim bilir kaçıncı insan, adalet talep ediyor. Neden bu kadar cevapsız kalıyoruz? Adalet çağrılarımızın boşa olduğunu söylemek istemiyorum. Tersine, daha güçlü bir talep nasıl örgütlenir sorusu üzerine düşünüyorum.

Adalet ve adaletsizlik, o kadar güçlü kelimeler ki, toplumsal hafızlarımızın farklılığını, taleplerimizin çeşitliliğini ya da ortaklığını saklama sakıncası taşıyor. Bazen “şu bilyeler bir eşit dağıtılsa” kadar hızlı tesis edilecekmiş gibi geliyor. “Bu adil değil” dediğimizde karşımızdaki ya da yanımızdaki bizi, geçmişimizi, dertlerimizi, yaralarımızı hemen anlayacakmış gibi düşünüyoruz ama bu kadar kolay olmuyor. Maruz kaldığımız adaletsizlikleri nereden çerçevelediğimiz, toplumsal hafızamız, taleplerimizi hangi ana meseleler üzerinde örgütlediğimiz değişiyor ve biz en yakınımızdakiyle bile bu farklılıkları/ortaklıkları konuşmaktan imtina edebiliyoruz.

Sara Ahmed’e göre adalet, “ulusa yapılan yatırımın vaat edilen getirisidir, fakat yatırımın devam edebilmesi için gerçekleşmemesi gerekir”.(2) Yine de adaletsizlik teşhir edilmelidir, teşhir etme hem politik hem de duygusal bir iştir. Adaletsizliğe karşı öfke, dünyayla, öznelerle ve yarayla olan ilişkimizi farklılaştırabilir. “Adil duygular” bedenlerimiz ve öteki bedenlerin adil olmayan temaslarını üzerinde taşıyan yaraların izleriyle birlikte işler. Yani biliriz, adaleti sezdiğimiz gibi, adaletsizliği de hem kendimizden hem ötekinden biliriz.

Tam bu yüzden söylemenin, dile getirmenin, teşhir etmenin güçlü bir imkan olduğunu düşünüyorum. Beni tanı, yaramı gör, birey/grup olarak acımı telafi et ve başkalarının buradaki adaletsizliği görmesine destek ol.

*Sosyolog

(1) Edhem Eldem’in Toplumsal Tarih’te 2017’de yazdığı “Osmanlı İmparatorluğu'ndan Günümüze Adalet, Eşitlik, Hukuk ve Üzerine” isimli makalesi meseleyi Osmanlı’dan itibaren ele alarak çok daha kapsamlı bir tartışma sunuyor.

(2) Ahmed, Sara (2015) Duyguların Kültürel Politikası Çev. Sultan Komut, Sel Yayıncılık, İstanbul.