Adalet: İntihar etmeyeceksek içelim bari!

Çoğumuzun terapi koltuklarında anlatmaya cesaret edebileceği hislerini, yaşantılarını dile dökme cesaretini göstermiştir Ağaoğlu. Bununla da kalmamış, bunları okurla paylaşmıştır. Bir kadın olarak bu açık yürekliliği, sözünü sakınmazlığı onu saldırılara da açık hale getirir hayatının her döneminde.

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

Yıl 1970’tir. 12 Mart Muhtırası’na giden yolda hızla ilerlenmektedir. Genç kadın, Ankara Sıhhiye’deki TRT binasının toplantı salonundadır. Karşısında oturan kimi yaşıtı, kimiyse kendisinden yaşlı erkek çalışanların arasında kararlı adımlarla dolaşıp bir tomar mektubu havada sallayarak: “Aranızdan hanginiz benimle yatmak istiyor acaba? Merak ediyorum. Bana bu ihtiyaç dilekçesini yumurtalıklarımın durumuyla yakından ilgili biri yazmış ve adıma postaya vermiş olabilir” der. Kalabalıktan kıs kıs gülenler olduğu gibi, şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılanlar da vardır. Günün akşamında olanı biteni, yıllar sonra Damla Damla Günler başlığıyla yayımlanacak günlüğüne kaydederken, “Benim de elim falan hiç titremedi hayret!” diye yazar.

Meyhane masalarında birbirlerinin muhibbi, dergi sayfalarında hasmı olan erkeklerin egemenliğindeki edebiyat camiasında bu olaydan kısa süre sonra Ölmeye Yatmak’la bomba etkisi yaratacak Adalet Ağaoğlu, henüz TRT’nin Radyo Dairesi’nde radyo yayınlarından sorumlu bir memurdur. Radyo oyunları da yazmaktadır. Dönemin çatışmalı siyasi atmosferinde orak-çekiç veya Beyaz Saray göndermeli bu mektuplar kurumun sol eğilimli tüm yöneticilerine, mesela Emil Galip Sandalcı’ya da gelmekteyken, Ağaoğlu’nun zarflarından kadın düşmanlığı ve cinsel saldırganlık içerenler de çıkmaktadır. Bunlardan birinde: “Sizin gibi hayatını tek yumurtalıkla geçirmeye mahkum bir kadının radyo yayınları başkanlığından bu memlekete ne hayır gelir?” denmektedir. Ağaoğlu geçirdiği jinekolojik operasyondan kimlerin haberdar olduğunu bilmektedir. İşte başta anlattığım sahne bu konuda bir yüzleşme girişimidir. Hem bu girişimin kendisi, hem de bunu okurla paylaşabilmesi, ileride yaşayacağı benzer çatışmaların ve bu çatışmalar karşısında alacağı, kırılganlık durağında çok oyalanmayan direngen tavrın belirleyeni ve göstergesi olacaktır.

Televizyon yayıncılığının eşiğinde Ağaoğlu’nun radyo günlerinden

Gençliğimizde kendisine “kadın yazar” demeyi reddettiği için biraz içerlediğimiz ama yazdıklarının müptelası olageldiğimiz Ağaoğlu, belki de “erkek” yazarların, “erkek” yayıncıların ve bilcümle “erkek” sanatçının bu dışlayıcı tavrına meydan okumak derdindedir kadın yazarlık kimliğini biraz da hırçınlıkla reddederken. Bir kadın olarak politik alanda ve yazıdaki cüretkarlığı tüm yazarlık hayatı boyunca başına dert olacaktır. Üç erkek kardeşin ortasına doğmuş olduğundan, erkeklikle baş etmenin yolunun kadınca diye nitelenen ve burun kıvırılan, alaya alınan duyarlıklara, kırılganlıklara sırt çevirmek ve insan kategorisinin altına hizalanmak olduğuna inanmış da olabilir.

Zaten biraz hırçın tabiatlıdır Nallıhan’lı bir tüccarın kızı olan Adalet. Eşraftan, mal-mülk sahibi, itibarlı, inançlı fakat Cumhuriyet değerlerini benimsemiş bir aileye doğmuştur. Bunun verdiği bir özgüveni de vardır. 1928 doğumlu bir çocuk olarak Cumhuriyet’in ilk kuşağının ideallerine uygun olarak yetiştirilmiştir. Birçok kadın yazar gibi döneminin iyi okullarında, Ankara Kız Lisesi ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuştur. Cebinde üç kuruşla da olsa, ailesini ikna edip gencecik bir kadın olarak dil bilgisini ilerletmek için Paris’e gitmiştir mezuniyetten sonra. Sevdiği ve seçtiği bir adamla, mühendis Halim Ağaoğlu’yla evlenmiş, dünyayı dolaşabilmiş, Batı sanatına olan tutkusunu okuyarak, dinleyerek, izleyerek sürdürebilmiştir. Günlükleri ve anı kitaplarının sayfalarında sık sık karşımıza çıkan feminizm eleştirisi, hatta kötülemesi feminizmin onun kuşağından sosyalistlere ters düşen bir başka eşitlik ve özgürlük idealini savunmasıyla ilintilidir.  

Adalet eserlerinde Kemalizm’in Mustafa Kemal sonrası dönemini eleştiri konusu etse de, 50’lerle başlayan kitlesel göçün, Amerikancı siyasetin neticesi olarak gördüğü alt kültürlerin, taşra kültürünün hızla galebe çalmasına hep öfke duymuş, bunun yönetim kademesinden gündelik hayata kadar uzanan izlerini yozlaşma olarak niteleyip mücadele etmekten hiç vazgeçmemiştir. Arabeski, kentsel rantı, gösterişçi tüketim tarzını, insan ilişkilerindeki gereksiz samimiyeti günlüğüne kaydederken satırlarına hep bir üstten bakış hakimdir. Fakat şunu da unutmayalım, Adalet’in husumet duyduğu, kendisine temsil imkanı arayan geniş kitlenin kabul ve saygı görmesi kolay olmamıştır. Yaşı tutan herkes bu çatışmalı döneme tanıktır. Tabii bir de askeri vesayetle mücadele eder ülkedeki her darbeden yara alarak çıkmış biri olarak. Yıllar içinde Kürt hareketinin ve tüm etnik kimliklerin sesine de kulak verecektir.

Birçok konuda tavizsizdir Adalet. Ancak nadir de olsa kabalığa boyun eğdiğinde veya çıkarı için geri adım atmak zorunda kaldığında zaafına esir düştüğünü açık yüreklilikle dile getirir. Bazen de bunun için bahaneler üretir. Artık yazar olarak rüştünü ispat ettiğinde, yıldızının hiç barışmadığı Süleyman Demirel’in elinden Cumhurbaşkanlığı ödülünü kabul ettiği için eleştirildiğinde, törendeki demokrasiye, özgürlüklere vurgu yapan konuşması ile savunur kendini. 1969’dan 1996’ya kadar, kesintili de olsa tuttuğu günlüklerde sözünü sakınmaz bir karakter ile karşılaşırız. O sayfalarda kavgasını sürdürür, memnuniyetsizliğini ağır bir üslupla dillendirir, hatta bazen isim vererek sanat ve siyaset camiasından muhataplarıyla alay eder. Bir yazarın yeni bir romana, hikayeye nasıl başladığını, nasıl yazdığını, yazarken kendini nasıl tükettiğini de adım adım görürüz bu günlüklerde. 45 yıllık Ankaralılıktan sonra İstanbul’a göç edeceği dönemde zihnine düşen Göç Temizliği adlı anlatısı da benzer özellikler taşır. Anlatımda yeni ve yine cesurca teknikler geliştirmekle maruf Ağaoğlu, bu kitabında da toparladığı yazı odasındaki nesnelerin kılavuzluğunda geçmişe gider gelir. Yine özlemler, kavgalar, hesaplaşmalarla ilerler anlatısı. Okuru yazarla kavga ettirecek hoyratlıkta eleştiriler, göndermeler de eksik değildir bu anlatıda.

ADALET’İN ALTER EGOSU FATMA İNAYET

Bir alter ego olarak yazdıklarında zaman zaman beliren ve ailesinin ona verdiği başka bir isim olan Fatma İnayet, Ağaoğlu’nun Nallıhan’dan Ankara’ya taşıdığını sonradan idrak edeceği taşralı kız çocuğu ve genç kadındır. Batılı bir eğitimle, yaşam tarzıyla geçecek sonraki hayatının mayasını oluşturan ve artık uzağında yaşadığı taşrayı, safiyeti, açık yürekliliği temsil edecektir onun için. Otobiyografik anlatılarında, günlüklerinde sık sık karşımıza çıkar. Onu dürüst olmaya, kendiyle alay etmeye, acımasızca eleştirmeye davet eder. Günlüklerinde kendisinden ikinci tekil şahıs kullanarak bahsederek bunu yapar Ağaoğlu. Fakat kişiliği icabı, Fatma İnayet’in ileri gitmesine izin vermez. Gereğinden fazla hırpalamaya başladığında kendini onun elinden alır. Çoğumuzun terapi koltuklarında anlatmaya cesaret edebileceği hislerini, yaşantılarını dile dökme cesaretini göstermiştir Ağaoğlu. Bununla da kalmamış, (ne ölçüde sansür uyguladığını bilemesek de) bunları okurla paylaşmıştır. Yukarıda bahsettiğim zaaflarının, zayıflıklarının yanında, eşiyle ve kimi aile bireyleriyle ilişkisindeki sorunlar, gönlünün kaydığı erkekler, bedeniyle bir türlü barışık olamaması… Bir kadın olarak bu açık yürekliliği, sözünü sakınmazlığı onu saldırılara da açık hale getirir hayatının her döneminde.

Ama yazarken baskın olan muhalif, meydan okuyucu kişiliği gündelik hayatında da zorbalığa, hoyratlığa kolay pabuç bırakmaz. 1996’da İstanbul’daki evinin yakınında geçirdiği trafik kazası onun ilk ölümü olacaktır. Bu ölümü çağıran, kaldırımları işgal eden otomobil sahipleriyle yaşadığı ağız dalaşlarıdır. Yine böyle bir olayın hemen ardından kaldırımda yürürken bir otomobil tarafından denize fırlatılır. Bir yaz günü yürüyüş ve alışveriş için çıktığı evine, zayıf düşmüş bedeni ve travmatize olmuş ruhuyla ancak 2 yıl sonra dönebilecektir.

YAZININ KARA KOYUNU OLMAK

Ailesinin tek kızı olarak erkeklerin ayrıcalıklı ve mütehakkim olduğu bir ortamda büyüyen Adalet, yazarlık serüveni boyunca da erkek egemen edebiyat aleminin zorbalığına maruz kalacaktır. Yeri gelecek resmi tarih anlatısına, darbelere yönelik eleştiriler içeren eserleri nedeniyle tehditlere, ihbarlar sonucu açılan soruşturmalara maruz kalacaktır. Yeri gelecek karakterlerinin aşkı ve cinselliği cesurca yaşadıkları eserleri ahlakçıların ve haris meslektaşların hedefi olacak, bir zamanlar dostluk ettiği yazarlar onu aşağılayan, ahlaksızlıkla yaftalayan yazılar yazacaklardır. Buna benzer vakalardan kadın yazarların çektiklerini anlattığım, “Üç Beş Uygunsuz Kitapta Türkiye Tarihi” başlıklı bir yazı yazmıştım. 60’ların sonunda Devlet Tiyatroları’nın sahnelediği Çatıdaki Çatlak’tan rüyalarını anlattığı Gece Hayatım başlıklı anlatıya kadar bu tutum değişmeden sürecektir. Çatıdaki Çatlak dönemin sağcı Kültür Müsteşarı Adnan Ötüken tarafından karalanacak, Ötüken “…Bu oyunun yazarı evde kalmış bir kızdır. Erkeksizlik başına vurmuş olmalı ki böyle şeyler yazmakta…” bile diyebilecektir. Gece Hayatım ise edebiyatın derebeyleri tarafından geçkin bir histerik kadının arzuları olarak yaftalanacaktır. Üç Beş Kişi romanının ana karakterlerinden biri, gerçek hayattaki bir işadamı ile özdeşleştirilip, Adalet’in onunla ilişkisi olduğu ima edilecektir.

Adalet,  İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin kurucuları arasındadır. Barış için yapılan eylemlere sorgusuz sualsiz katılır. Aydınlar Dilekçesi’nin kamuoyuna duyurulması sürecine emek verir. Bu sebeple sayısız dava açılır hakkında. Cezaevlerindeki yoldaşlarını yalnız bırakmaz. Günlüklerinde ülkenin bitmek bilmeyen olağanüstü hali, kıyımlar, işkenceler, sürgünler ve bunların yarattığı, giderek derinleşen keder, çaresizlik ve öfke en geniş yeri kaplar. Parlayan umut ışıkları çabucak söndükçe bezginlik ve yeniklik hissi koyulaşır. 12 Mart döneminde tehditkar notlar, telefonlar alır, hatta evine dönerken bir silahlı saldırıdan kıl payı kurtulur. Bu süreçte ismiyle müsemma bir adalet savaşçısına dönüşür. Yakın çevresindeki korku ve tepkisizlik zaman zaman onu bir tür deliliğe de sürükler: “Aralık ayının sonlarına doğruydu. Bulvara en yakın A Blok’taki evimize doğru gelmekteyim. İlbank 3. Blok. Her blokta 47 daire var da, geceleri artık 47x3 toplamı bütün dairelerin camları kapkaranlık. Hiç ışık yok, neredeyse yok. Kıpırtı yok. Bu görünüm beni çok etkilemiş olmalı. Kendimi kaybettim galiba, çünkü: ‘Ölü bunlar, ölü bunlar! Uyumayın, uyanın, heey uyanın!’ diye bağıra çağıra, ağlaya zırlaya girdim kendi ‘inime’. Hem de utanç içinde. Neredeyse baştan başa karanlık pencere delirtiyor beni.” Bir Düğün Gecesi romanında geçen ve birkaç kuşağın yaşadığı umutsuzlukların, umarsızlıkların sloganına dönüşen “İntihar etmeyeceksek içelim bari” cümlesi, intihara meyilli olduğunu her fırsatta söyleyen Adalet’in ruh halini iyi yansıtır. Çok sevdiği kardeşi Güner’in kollarında, abisi Cazip’in trafik kazasında genç yaşta ölmeleri, onlardan iki küçük çocuk kalması, onların sorumluluğunun yarattığı bunaltı, edebiyatın ve siyasetin hoyrat iklimine eklenince intihar hep kapının eşiğindedir onun için.

1983’te “Aşkım ve başkaldırım” diye bahsettiği ve iyi bir çalışma odası olduğunu düşündüğü Ankara’dan, balkonundan Kuğulu Park ve Polonya Elçiliği’nin yeşilliği görünen evinden ayrılıp İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştır. Hem eşinin işi, hem de Ankara’daki civa gibi ağırlaşan baskı atmosferi sebebiyle. İstanbul özellikle ilk yıllarda onu bir türlü içine almaz: “Hepimiz ekmek kapısı İstanbul’da birikmekteyiz, ama burada Ankara’daki gibi değiliz. Orda kimin nerede olduğunu bilirdik; burda, Anadolu göçmenleri gibi, ‘ortak’ bir mahallemiz de yok; herkes bir yanda ve içine kapalı. Suskunluk… Suskunluk. Mahkeme kapılarında ‘yasal buluşmalar’ olabiliyor, olursa…”

İstanbul’un sanat ve siyaset alemindeki entrikalar, riyakarlıklar onu hep dönüp ardında bıraktığı şehre bakmaya sevk eder: “Ankara’nın aydın takımı, İstanbul yabancı kolejlerinden zorunlu akmalar hariç, desise-dümen bilmezler. Bürokratik makam hırslarını yüzlerine vurmak ise zor değildir. Demirel gibi fiziği, öfkesi, edisi büdüsü ortadadır; karikatüre gelecek kadar.”

Adalet ve Halim çiftinin İLBANK Konutları’nda Kuğulupark ve Polonya Elçiliği’ne bakan daireleri, en üstün bir altı

Adalet Ağaoğlu 14 Temmuz 2020’de uzun bir ömrü tamamladı. Öldüğü gün Gazete Duvar’ın yazı işleri müdürlerinden Anıl Mert Özsoy onun hakkında bir yazı istemişti benden. Elim gitmemişti. Çünkü yazdıklarına hayranlıkla bağlı olduğum bu kadının kişiliği beni hayli yormuştu günlüklerini, anılarını ilk okuduğum gençlik yıllarımda. Fakat ölümünün üzerinden 4 yıl geçtikten, aynı metinleri yeniden ve başka bir duyarlıkla yeniden okuduktan sonra Adalet Ağaoğlu’nu kuşağının tecrübe ettiği ailevi ilişkiler, siyasi dönüşümler, kültürel iklim çerçevesinde, onun biricik olan karakterini de hesaba katarak anmadan ve anlamaya çalışmadan edemeyeceğimi anladım. Ölmeden önce verdiği son röportaj sırasında çalışma masasında çekilen fotoğraflara baktığımda, burada görünen evin, yazı odasındaki balkonundan Kuğulu Park’a bakıp daldığı, süslenip püslenerek blokların hemen altındaki Madam’ın Yeri’ne gittiği, ona kendine tarz olarak benimsediği elbiseleri diken Artizan’ın sahipleri Bilge ve Ertan ile komşuluk ettiği İlbank Konutları’ndaki o ev olduğunu hayal etmeyi seviyorum. Yanı başımızdan ayrılmadı hiç Adalet Ağaoğlu. 

Bu haftanın okuma önerisi: Damla Damla Günler’in üç cildi, Everest Yayınları, 2015-2016 ve Göç Temizliği, Everest Yayınları 2014.

Tüm yazılarını göster